Ekim 23, 2009

uzak

bir şarkı söylenmeliydi.

konusunu ortalarına doğru anladığın bir film gibi olacaktı. cam kırıldığında karşılaşacaktınız. bahsi kurtarmayan bir kumar gibi olmalı, sonunda kazandıkların başında ortaya koyduklarından az. hesabını tutmadığın zaman anlamsız gelecek, vardır ya kızlar öyle: 'ben evlenmeyeceğim.' bir şarkı kadardır ömrü, unutulup giden diğer her şeyden biraz daha kısa. hiçbir şey olmamış gibi umursamamaya başlamasının hemen öncesinde.

biriyle tanışırsın. 60'lardaki gibidir, beyaz bir ten ve siyaha çalan saçlarla. o zaman tanışsan hani, birlikte Jefferson Airplane konserine gidip barış işaretleri yapacağın biri. yana tararsın uzun saçlarını, önleri kısa ensen uzundur. parlak ışıklar altında siyah giyinmiş olacak, ahlaksız bir sokaktan beri. resmini çizebileceğin biri. yakınına gelmeli, gözlerini doğru çiz. uzakta durursa renkler parlaklaşır, uzakta durursa, fotoğrafın negatifi daha normal gelmeye başlar; bir göl evi daha güzel olacak.

şarkılar uzaklaşır. 'bir piç gibi bırak'ırsın yalnızlığı. çimlere uzanacaksın. rüzgar esmeli. saçlarını savurmalı yanaklarına, örtmeli onları ki, olur olmadık yere utanıp kızarmıyorlar artık. lekelenecekler pek yakında sabahtan beri sokakta koşturan çocuklar gibi. uyur musun bir meleğe benzeterek kendini? resmin çizilir mi ki öyle? duvarın karalanır mı kanla? çıkman gerekiyor ama. ilk başta olduğu gibi. öyle ya.

gülmen gerekiyor. unutamazsın çünkü. şarkının gerisini dinlemeden ağlayacaksın yine, ve 'özgür' değil artık, değilsin, yabancı bir adam giriyor içeri ve kırıyor resimleri, yok ediyor yazılanları. gidip özür dileyeceksin, 'evet, elbette bir sorun yok, artık bir anlamı da yok benim için, neden böyle yapıyor anlamıyorum.' bir tahtaya çiviyle çakacağım çilekleri, ve gözyaşlarını akıtacaklar kıpkırmızı. televizyon ekranında akacağım bir nehir gibi, bir yaprak olacaksın, çileklerin kanamış, çileklerin, kanamışlar, akmışlar ayaklarımın dibine. dokunacağım, önce çivilere, sonra çileklere, pek çoğu anlamayacak, 'ah' diyecekler 'işte bir tane daha, ne de uzunmuş, boşver gitsin.' sonra patlayacak elimde çilekler, ellerimi alacaklar benden, dokunmak yerine bağırmak zorundayım artık sana. affet ama, ciğeri beş para etmez birinin abartısı değil benimki. elimde megafonum yok ve 'hey, buraya baksanıza' demek de bir fotoğrafa bakıp altına saçmalamak kadar renkli değil bende. bayanlar baylar, işte bir saçmalıklar dizisi daha, haydi kapıya kadar eşlik edelim kendisine.

'iyi misin?'
'evet, bir şeyim yok.'

hiçbir şey söyleyemezsin söylenemeyecek bir şarkı hakkında. yapman gereken durup kulak kabartmaktır. kolaydır bu. bırakın, yukarı çıkmalı: en yakınıydı çünkü ölen bir hikayenin. ağlarken gülebiliyor çünkü. iltifat ediyorlar, gülüyor, kahkaha atıyorlar, midelerinde başlayıp gökyüzünde sona eren bir gürültünün ortasında kayboluyor söylemek istedikleri, yapış yapış bir cümleye dönüşüyorlar ve o çıplak hissetmiyor artık kendini. gerçek bir şeyler isterken en başta kastettiği buydu belki de. asla bir dalga konusundan öteye gitmeyecek kahkahalardı belki de tüm istediği. tüm ihtiyacı bir defadan fazla okumayacağı, dönüp dönüp düşünmeyeceği, kısa ve sığ öykülerdi, zamanı gelince silinmeye hazır diyaloglardı. gerçek değildi ihtiyacı olan.

'all your need is love'. şarkının adı bu.




E.
'bana kapıya doğru üç adım ver, beni bir daha görmeyeceksin'

Ekim 13, 2009

ekim

yaklaşık yarım saat vardı. yarım saat sonra, sayısını unuttuğu günlerden sonra tekrar görecekti onu. içinde tarif edemediği bir his vardı. aklı ağzına kadar dolu bir bavul gibiydi; fırlayan düşüncelerini bastırmakta git gide daha çok zorlanıyordu.

kaba, sessizliği bir bıçak gibi yırtan ve martıları ürküten bir çığlıkla kırıldı düşüncelerinin zinciri. ayakları ondan habersiz iskeleye getirmişti bedenini, ayrılmak üzere olan vapur kendisini uyarıyordu sanki. adımlarını sıklaştırdı, paltosunun eteklerini savurarak iskeleden ayrılmakta olan vapura yetişti. tam oturacağı sırada telefonu çaldı. 'geldim.' diyordu bir yeni mesaj. 'erkencisin' diye düşündü, iki dakika sonra iletildi raporu gelen mesaja ise 'on dakikaya ordayım.' yazmıştı.başını kaldırıp yavaş yavaş turuncudan sarıya dönmekte olan güneşe baktı. denizde ışıktan bir şerit oluşmuştu, ucu sarayın önünde gözden kayboluyordu. son mantıklı düşüncesi ışığın üzerinde yürümenin nasıl bir his olacağıydı.

---

'geciktin.' dedi. hafif bir makyaj yapmıştı; yanaklarını ortaya çıkaracak kadar allık, dudaklarını daha da güzelleştirecek kadar parlatıcı. saçlarını salmıştı. üzeride mavi, pamuklu kumaştan bir elbise ve ince bir hırka vardı. dizlerine kadar inen elbisenin altındaki bacakları çıplaktı. bu puslu havaya uygun bir kıyafet seçimi değildi. üşüyecekti.
'yalnızca beş dakika.' dedi. 'bence sen oldukça erken geldin.'
'bir kez olsun laf dokundurmadan cevap veremez misin?'
'sanırım.'
'artık konuşmayı kesip yürüyemez miyiz?'in tek kelimeye sıkıştırılmış şekliydi bu cevap. ellerini paltosunun cebine sokup yürümeye başladı. kısa bir duraklamadan sonra o da arkasından gelmeye başlamıştı. ellerini beline dolamıştı; üşüyordu.

---

banklar ıslaktı. nispeten kuru bir yer bulana kadar uzunca bir süre boyunca yürüdüler. sonunda oturduklarında solukları her zamankinden daha fazla buharlaşıyordu. yine peş peşe sıralanmaya başlamıştı heyecanlar. bir bacağını diğerinin üstüne attı. hava fazlasıyla elektrikliydi. yanında, hâlâ kolları birbirinin üstüne kenetlenmiş dururken onun da kendisi kadar tedirgin olduğunu hissedebiliyordu. önce onun konuşmasını bekleyecekti; buraya bunun için gelmişlerdi, ekimin bu soğuk ikinci perşembe sabahı, ne sevgililerin ne de peşlerinde koşan çiçekçilerin olmadığı bu parkta, sararıp düşmüş yaprakların ortasında bu hafif nemli bankta konuşmak için oturuyorlardı. önce onun konuşmasını bekleyecekti.
'nasılsın?' dedi. pek şaşırtıcı bir başlangıç sayılmazdı.
'iyi gibiyim,' dedi erkek. 'başım ağrıyor biraz. sen?'
'iyiyim.' dedi hemen. sandığından daha heyecanlıydı. 'neden geldiğimizi merak ediyor musun?'
başını hafifçe yana çevirdi, 40 dakika kadar önce buluşmalarından beri ikinci defa gözlerinin içine bakıyordu. 'evet.' dedi.
'gülme ama, ben de bilmiyorum.' dedi. 'görüşelim mi dedikten sonra farkına vardım söylediğim şeyin. açıkçası kabul edeceğini de ummuyordum.'
son cümleyi duymamış gibi davrandı. 'eh, burada olduğumuza göre az çok bir fikir oluşmuştur herhalde kafanda.'
'bilmiyorum. belki de kötü bir fikirdi.'
'olabilir.'
'bu kadar mı?'
'ne söylememi bekliyorsun? konuşmak isteyen sendin, ben de haklı olarak söyleyeceklerin olduğunu düşündüm.'
'ben yok demedim ki.'
'söyle o halde?'

pes etmişti. genellikle böyle olurdu.
'hava çok soğuk.'
'ince giyinmişsin.'
'sabah sıcak olacak gibiydi. yine de neden bu kadar ince giyindim bilmiyorum.'
'söyleyeceklerini söyle de daha fazla üşümeden gidelim.'
'bu kadar kötü davranmak zorunda mısın?'
'hayır, değilim. ama diğer türlüsü daha zor geliyor. bunun sorumlusu da sadece ben değilim.'
'evet, yine başlıyoruz..'
'peki, özür dilerim. dinliyorum.'
'uzak durmalıyım. uzak durmalıyız.'
'bu çözüm olacak mı?'
'olmalı. başka bir yol bilmiyorum.'
'açılmasına izin ver o zaman. belki daha rahat ve güvenli bir yol vardır.'
'bu kadar güçlü değilim.'
'ama olmalısın. yoksa daha çok düşeceksin. daha çok düşeceğim.'
'uzak durmalıyım.'
'bu şart değil.'
'üşüyorum.'

üşüyordu. hayır, üşümek değildi bu, resmen donuyordu. bacaklarını sımsıkı birbirine bastırmıştı, dizlerinin birbirine dayadığı kısımları bembeyazdı, geri kalan kısmı soğuktan kızarmıştı. donuyordu.

dayanamadı, paltosunun düğmelerini açıp sağ kolunu paltodan çıkardı, açılan kısmı onun omzuna örttü. hemen yanaşmıştı, göğsüne dayanan kollarının titrediğini elbiselerin altından bile hissedebiliyordu. paltonun içinde iki kişiydiler şimdi, başı omzunun hizasındaydı. kolunu omzuna atmıştı. başı omzunun üstünde hareketlendi, dudaklarını kulağına yaklaştırdı.

'en fazla bu kadar uzaklaşabiliyorum.' dedi...



E.
G. için

İzleyiciler

bu da benim. valla.

ta kendim:

paylaşabilirsin de

Bookmark and Share