Eylül 17, 2009

daralan vakitler

yanakları saçları gözleri yanmış
zehirli gaz bombaları
yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini
ağızları, küçücük dilleri yanmış
bütün beyrut sapsarı kalmış
sanki anlamak imkansız
başları
paletlerle ezilmiş babaları
yahudi doğramış analarını
binlerce çocuk topların betonların altında

beyrutun gözyaşları şimdi
kudüsün yanı başında
müslümanlarsa uzakta
sanki başka
gelinmez bir dünyada

acın bir vadi
zehirli çiçekleri bir ova gibi karşımda

gözüm baksın sadece
ayrıntıları
kıvrılıp kırılmış bilekleri
kemikten yakılmış etleri
kuma serilmiş cesetleri

büyük ajansların yaydığı resimleri
bir seyirci gibi görsün dursun
bir kadın gibi ağlasın...

beyrut yengeç kıskacında
çoğu müslüman kafir yanında
yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin

sen filistin hokkaları doldur kanla
şairler eğer ahın varken
uzanırlarsa tomurcuklara güllere
herbiri kanlı bir ateş gibi korku
bir azar bir şamar olsun

filistin sen işine bak kar toprağını
yoğur gazabını yaradanın

bir mezarlık kadar ölüye şahit her evin
her soluğun yeni bir can veriş
eğer kalmamışsa kalplerde allah sevdası
ey filistin kar kar toprağını
yoğur gazabını yaradanın ...

bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde
çam ormanlarının salınışında
kuşların cıvıldayışında
otların serin tenlerinde
eğer varsan bakıp görmeye
şeffaf perdenin az ötesini
bir ateş bulutu var en bildik yerde
en emin yerde

ve bak asıl ölen yaylalar villalar tok karınlar
hissiz dudaklar gayretsiz kalpler
asla değil kavruk çölde yatan kadavralar

farzet körsün olabilir
elele tut
taş al ve at
kafiri bulur

hani ceylanların
hani cihat marşın

bir yumruk harbinden nasıl kaçtın
en arka safta bile kalmadın
cengi attın dünyaya daldın
tezeğe konan sinekler gibi

dönüyor burgaç
dünya üstten yanlardan daralıyor
ovalardan
dar geçitlere sürülen sığırlar gibi
bir gün ister istemez
karşısında olacaksın kaçtıklarının

dua et
o gün henüz mahşer olmasın


Cahit Zarifoğlu

Eylül 14, 2009

sun

bir çocuk var. küçük henüz, yavaş yavaş heceleri telaffuz etmeye başlamış, ama konuşmak sayılmaz yine de. konuşamıyor daha. 'neden?' demek için uzun yılları var önünde. bol bol ağlıyor ama onun yerine, düştüğünde ağlıyor, ağzını büzüyor neredeyse komik denebilecek bir şekilde, gözlerinden bir damla yaş akıyor. sonra başka bir şey görüyor, bir oyuncak, sol arka tekerleği çıkmış küçük bir araba belki, bir sandalye ya da. unutuyor neden ağladığını, ağladığını unutuyor hatta, koşarak -az önce düşüp yaraladığı ayağı sekiyor koşarken- gördüğü şeye gidiyor. ağlamayı unutuyor, bir mucize gerçekleştirdiğini bilmeden.

gördüğü şey bir sandalye. ahşap, oturacak yeri beyaz geri kalanı kahverengi, bildiğin tahta. alıp eline götürmeye başlıyor, nereye gittiğini kendi de bilmiyor. başka bir odaya varıyor, görmediği topraklar buralar ona göre, ne gizemler, ne hazineler gizli kimbilir. daha önce defalarca girmiş bu odaya, ama ilk defa görüyor yine de, başını kaldırınca pencereye kadar ufku, sonsuzluk pencereye kadar.

elindeki sandalyeyi hatırlıyor. alıp duvara dayıyor, üstüne tırmanıyor binbir güçlükle. lambanın düğmesini kestirdi gözüne, uzanıyor, erişemiyor. parmaklarının ucunda yükseliyor, az kaldı, garip sesler çıkarıyor ama dünya umrunda değil, yetişmek üzere, biraz daha uzanıyor, parmakları kırılacak neredeyse, uzanıyor... ve ışığı yakıyor....

..gözlerini çeviriyor. ışık yanıyor. vakit öğle üzeri. güneş dik değil de, biraz daha eğik vuruyor araba camlarına, asfalta, dik değil, eğik biraz her insan kadar. ışık yanıyor. ve bu çocuk, dışarıdaki güneşi değil, yaktığı o ışığı izliyor büyülenmiş bir halde. dışarıdaki milyarlarca kat daha büyük güneşi değil; uğruna bir odadan diğerine, ayağının kanadığını farketmeden taşıyarak getirdiği sandalyenin üzerine çıkıp yaktığı kendi güneşini izliyor. uğruna savaştığı ışığını izliyor. ve umursamıyor dışardaki güneşi. ne derece parlak olduğu önemli değil onun için. ne derece büyük olduğu, ne denli güzel olduğu umrunda bile değil. o kendi güneşine sahip, çabalayarak, didinerek, 'dünya için küçük, ama kendisi için büyük adımlar' atarak ulaştığı güneşini izliyor hayranlıkla. bir çığlık kopuyor ağzından, hayranlık dolu bir çığlık, ellerini deli gibi sallamaya başlıyor, ağzı kulaklarına varıyor, güzel siyah gözlerini açıyor iri iri. bu çocuk, daha güzel de olsa, daha büyük de olsa, şaka gibi kalsa da kendi güneşi diğerinin yanında, bizim güneşimize bakmıyor. ulaşamayacağı bir güneşte değil, inandığı, uğruna savaştığı kendi güneşinde gözü. gülenlere aldırmıyor, 'bu muydu uğruna bu kadar çabaladığın şey?' diyenleri dinlemiyor, 'yapamazsın' diyenleri duymuyor, 'düşeceksin' diyenleri görmüyor. bu çocuk kendi güneşine gidiyor.




E.
Güneşim'e

Eylül 09, 2009

gece

otobüsten inip arkadaşıyla telefonda konuşmasının üzerinden 9 dakika geçmişti. hızlı adımlarla iskeleye arkasını dönüp yürümeye başladı. arkadaşı gelene kadar bankaya gidip gelebileceğini düşünüyordu. aslında banka olduğu yere oldukça uzaktı, ama bu saatte, burada, tamamen yabancı olduğu ama bir süre sonra ister istemez alışacağını düşündüğü bu garip caddede yapacak daha iyi bir işi yoktu. ellerini cebine sokup yürümeye başladı. boynunu omuzlarının arasında çekmiş, kaşlarını çatmıştı. hafif bir yağmur vardı, damlalar tek tük saçlarına, yanaklarına, burnuna çarpıyor, gözlüğünün camlarında kavisli izler bırakıyordu. yanından geçtiği büfelerde birkaç gündür beklediği dergiyi arıyordu gözleri bir yandan da, ayın altısı gelmiş, geçmişti bile, çıkmış olmalıydı.

...

yavaş adımlarla iki gün önce oturdukları merdivenlerden inip ortasındaki topraktan bir ağacın çıktığı şu banklardan birine oturdu. oturmadan önce elleriyle oturacağı yeri silmeyi ihmal etmemişti, suyu çabucak emen ama kurutmakta bu kadar hevesli olmayan bir pantolon vardı bacaklarında. gözlerini pantolonundan kaldırınca kaldırımdan geçmekte olan insanları gördü. çoğu telefonla konuşuyordu. iki kişi dergi satmayan türden bir büfeden yiyecek birşeyler almışlar, taburelere oturmuş ellerindekini yiyorlardı. ne yediklerini merak etmedi. bakışlarını çevirince oldukça şişman görünen bir kadına takıldı gözleri. aynı anda kadın da ona bakınca utançla gözlerini kaçırdı, bu mesafeden ve bu karanlıkta göremeyeceğini düşünmeden (şimdi düşününce, neyi görecekti zaten?). kaldırımın orta yerinde eski bir çalar saat vardı, yalnızca boyutları evde yatağınızın başucuna koyduklarınızın (ya da bir zaman bir yerde mutlaka görmüş olduklarınızın) onlarca katıydı. akrep dokuzun üstünde, yelkovan da akrebin üstündeydi. arkadaşını aramasının üzerinden 16 dakika geçmiş olduğunu hesapladı. tekrar aradı. iki kere çaldıktan sonra açan arkadaşı 'dört dakika sonra oradayım' dedi ve bir şey söylemesine fırsat vermeden kapattı. telefonu cebine koyarken bıkkınlıkla gözlerini tekrar saate çevirdi. tam o anda, yelkovan 9'un üstünden kalktı, yavaş yavaş hareket ederek 9 ile 10'un arasındaki beş küçük çizgiden ilkine geçti.

büyülü bir andı. ilk defa yelkovanın hareket etmesine şahit olduğunu farketti şaşkınlığının arasında. aptalca bir tespitti ama gerçekti işte. anın büyüsü kadar gerçek. o anda, telefonla konuşan kimse olmadığını farketti kaldırımda, elinde şemsiyelerle '5 lira, şemsiyeler 5 lira!' diye bağıran satıcı ilk defa susmuş gibiydi, büfenin yanındaki taburelerde oturanlar gitmişlerdi, burnunun ucuna bir yağmur damlası daha düştü. o an bütün olup bitenin farkına varmıştı. büyülü bir andı. gerçekti. gözlerinden süzülen ama zihninin bütün o açıklığına rağmen yağmur sandığı yaşlar kadar gerçek.




E.
anlık bir aydınlanma anı anısına.

Eylül 05, 2009

shine.

Later in the evenin' as you lie awake in bed
With the echoes of the amplifiers ringin' in your head
You smoke the day's last cigarette
Rememberin' what she said
What she said....

İzleyiciler

bu da benim. valla.

ta kendim:

paylaşabilirsin de

Bookmark and Share