kişisel toplantı notları

Ocak 28, 2010

geçmişe mektup.

“This is the end of all the miracles
Still I hear her singing in the dark”





bir kıyamet alametiydi gözlerin.

bu kadar savaşın üstüne bu garip mi? onca konuşmanın, kıyıya çarpan dalgaların, martı çığlığının, orman kokusunun, tramvay çanının, merdivenlerin soğuğunun, İtalyanca konuşmaların ve çiçekçi teyzenin ardından gözlerinin hala karşımda, delip geçerek ve ruhuma işleyerek bakması şaşılacak şey mi? şarkılar söylenir ve karlar yağarken, virgül üstüne virgül işgal eden bu satırlar ne yapar gözlerinin karşısında? ah, söylesene, neden baktın bana öyle?

alıp götüren kokusuyla ıslak çamlar altında bir masaldın. basit bir zihnin düşüncesiz dalgalarıyla bulanıyordun. çamura düşmekle değer kaybetmeyecek bir mucizenin kayboluşuna şahit oluyordu dünyan; dünya, kırılmaz denen bir kum saatinin tam orta yerinden geçen bir gitar telinin etrafında yalpalamaya başlamıştı. düz bir çizgi çizsen yürüyemeyecek haldeydi, hoş, boynuma sarıldığında ben de yürüyemiyordum. bir masanın üstünden kayıp giden kum taneleriydi zaman, bir rüyayı tamamlayan saçmalıklar dizisiydi her şey ama o an, rüyadayken mantıklı geliyordu işte. alıp götüren buğusuyla sabahtın sen, bir rüyadan uyandığım taze ışıktın, yoran heyecanına, bazen üşendiğim koşuşturmana, ve bazen esip gürleyen, yağan havana rağmen o olmadan yapamadığım gökyüzüydün. uykudan sana uyanırdım ben, gecem sana dönerdi; sensiz bir uykudaydım, içinde bolca saçmalık olan rüyalardaydım. alıp götüren bakışlarınla yalnızca gözlerine bakamadığım bir yalan gibiydin: bazen naif, bazen beyaz, bazen öldüren, bazen savaştıran, bazen doğru bile olmayan ama hep benim, hep benim olan bir güneştin.

bir kıyamet alametiydi gözlerin. ve zayıflığımla dalga geçerken sen, işte istediğin gibi, harflerin arkasından konuşuyorum seninle. her zaman dışarıdan bakarken bize, bu sefer tam sana bakıyorum, tam gözlerinin içine. bu benim kıyametim: kırılıp giden bir zincir yine ve tüm mucizelerin sonunda, karanlığın içinden şarkılar söylüyorum sana.



E.
geçip giden zamana.

Aralık 23, 2009

yağmur

ellerimi uzatırım öne, bir gölgeye çarparım huzur diye. zihnimden kollarıma giden bir yol olur rüyalarım, seni bana getirirler görmek yetmezken. bir şiir yazılır; kâh sen şair olur, mızrak gibi kelimelerinle deler geçersin beni, kâh ben bir kıtmir olurum, kuyulara sorarım gözlerini. kaşlarını kaldırıp bakarsın bana, denizkızları iç çeker, dalgalar umursamaz dalgakıranları taşar göğsümden, iki bulut birbirine çarpar. ellerimi geri çekerim, ipek bir gülümseme dolanır parmaklarıma, gözlerini gözlerime çevirirsin. dudaklarını aralarsın, yer yarılır ay içine düşer. bir deniz kıyısı kalır aklımda bir de sen; dayanamam aşık olurum.



E.
G. için, bir anda.

Kasım 08, 2009

'eşit'

'hayatta yapılacak bu kadar çok hata varken aynılarını yapıp durmak aptallıktır.'

güzel bir ses duyuluyor. anlamsız, yarım kalan, tam dolamamış notalara benziyorlar ama, yine de, durup dinleyince merdivenin başında, güzel geliyor kulağa. biraz melankolik, biraz da çilek kokulu bir ezgi bu; unutulup giden bir hüznün arkasından bakakalmış biri, utancını örtmek için çalıyor sanki. somut gibi kulaklara çalınanlar, öyle ki, gözlerini kapatınca çalan erkeği görebiliyorsun beyazlıkların arasında.

uzaklaşıyor. elinde yayı, tellere sürterek bir öfke tınısı şekillendiriyor boşlukta. söyleyemedikleri için çalıyor diye düşünüyorsun, ama hayır, aklında eksik cümleler değil, tamamlanmış ve buruşturulup atılmış imgeler var. uzun uzadıya konuştuğu günler geride kalmış, bakınca yüzüne bu anlaşılıyor önce. yüzü tam seçilmiyor, biraz ışığa ihtiyaç var aslında. gür, siyah saçlarının altındaki yüzü sert, burnu büyük görünüyor buradan bakınca. aslında merdivenin başka yerinden de görünmeden izlenmiyor, görürse seni, arkasını dönecek. uzun bir nota çalıyor şimdi, bitirmek üzere çaldığı melodiyi. sert ve kısa vuruşlar yüzünden dökülüp çarpıyor sanki notalara; gözlerini kısmış hafif, başını eğmiş, bir tiran heykeli gibi, mağrur ve öfkeli.

bir anlığına duruyor. sonra, tekrar başladığında, hiç olmadığı kadar hızlı çalıyor. sanki tüm biriktirdiklerini bir anda atmak istiyor gibi vücudundan, böyle olmayacağını bilmiyormuş gibi davranıyor. yavaşça, eriterek yok etmesi gerekiyor aslında, ama başladı mı durmak bilmiyor, yanlışlıkla kesilen bir atardamardan fışkıran kan gibi, kendinden geçmişçesine, durmak bilmez bir şekilde kolunun yönetimine bırakıyor kendini. yüzü git gide daha da kararıyor, ah, aklından geçenleri bilmek için neler vermezdim. kulakları kendi çaldıklarını bile duymuyor gibi, sanki başka bir yerde şu anda, öfke yayılıyor her yerinden, ve yükselip tekrar bedenine giriyor sanki.

bittiğinde, kolunu sarkıtıyor yavaşça yana doğru. yüzünü kaldırıyor. gözleri her zamankinden daha karanlık, terler parlıyor yüzünde. kalkıp gitmesi gerektiğini biliyor, ama oturmak geliyor içinden, zor da olsa kalıp ardından olup bitenleri dinleyecek, merdivenlerde yankılanmaya devam ediyor çünkü öldürdüğü. bittiğinde, buruşturulmuş bir kitap yaprağı kalıyor az önce oturduğu sandalyenin ayaklarının dibinde. dolma kalemle yazılmış bir yazı görülüyor köşesinde, karışık çizgiler var; bir imza belki de.





E.
beni yatıştır.

Ekim 23, 2009

uzak

bir şarkı söylenmeliydi.

konusunu ortalarına doğru anladığın bir film gibi olacaktı. cam kırıldığında karşılaşacaktınız. bahsi kurtarmayan bir kumar gibi olmalı, sonunda kazandıkların başında ortaya koyduklarından az. hesabını tutmadığın zaman anlamsız gelecek, vardır ya kızlar öyle: 'ben evlenmeyeceğim.' bir şarkı kadardır ömrü, unutulup giden diğer her şeyden biraz daha kısa. hiçbir şey olmamış gibi umursamamaya başlamasının hemen öncesinde.

biriyle tanışırsın. 60'lardaki gibidir, beyaz bir ten ve siyaha çalan saçlarla. o zaman tanışsan hani, birlikte Jefferson Airplane konserine gidip barış işaretleri yapacağın biri. yana tararsın uzun saçlarını, önleri kısa ensen uzundur. parlak ışıklar altında siyah giyinmiş olacak, ahlaksız bir sokaktan beri. resmini çizebileceğin biri. yakınına gelmeli, gözlerini doğru çiz. uzakta durursa renkler parlaklaşır, uzakta durursa, fotoğrafın negatifi daha normal gelmeye başlar; bir göl evi daha güzel olacak.

şarkılar uzaklaşır. 'bir piç gibi bırak'ırsın yalnızlığı. çimlere uzanacaksın. rüzgar esmeli. saçlarını savurmalı yanaklarına, örtmeli onları ki, olur olmadık yere utanıp kızarmıyorlar artık. lekelenecekler pek yakında sabahtan beri sokakta koşturan çocuklar gibi. uyur musun bir meleğe benzeterek kendini? resmin çizilir mi ki öyle? duvarın karalanır mı kanla? çıkman gerekiyor ama. ilk başta olduğu gibi. öyle ya.

gülmen gerekiyor. unutamazsın çünkü. şarkının gerisini dinlemeden ağlayacaksın yine, ve 'özgür' değil artık, değilsin, yabancı bir adam giriyor içeri ve kırıyor resimleri, yok ediyor yazılanları. gidip özür dileyeceksin, 'evet, elbette bir sorun yok, artık bir anlamı da yok benim için, neden böyle yapıyor anlamıyorum.' bir tahtaya çiviyle çakacağım çilekleri, ve gözyaşlarını akıtacaklar kıpkırmızı. televizyon ekranında akacağım bir nehir gibi, bir yaprak olacaksın, çileklerin kanamış, çileklerin, kanamışlar, akmışlar ayaklarımın dibine. dokunacağım, önce çivilere, sonra çileklere, pek çoğu anlamayacak, 'ah' diyecekler 'işte bir tane daha, ne de uzunmuş, boşver gitsin.' sonra patlayacak elimde çilekler, ellerimi alacaklar benden, dokunmak yerine bağırmak zorundayım artık sana. affet ama, ciğeri beş para etmez birinin abartısı değil benimki. elimde megafonum yok ve 'hey, buraya baksanıza' demek de bir fotoğrafa bakıp altına saçmalamak kadar renkli değil bende. bayanlar baylar, işte bir saçmalıklar dizisi daha, haydi kapıya kadar eşlik edelim kendisine.

'iyi misin?'
'evet, bir şeyim yok.'

hiçbir şey söyleyemezsin söylenemeyecek bir şarkı hakkında. yapman gereken durup kulak kabartmaktır. kolaydır bu. bırakın, yukarı çıkmalı: en yakınıydı çünkü ölen bir hikayenin. ağlarken gülebiliyor çünkü. iltifat ediyorlar, gülüyor, kahkaha atıyorlar, midelerinde başlayıp gökyüzünde sona eren bir gürültünün ortasında kayboluyor söylemek istedikleri, yapış yapış bir cümleye dönüşüyorlar ve o çıplak hissetmiyor artık kendini. gerçek bir şeyler isterken en başta kastettiği buydu belki de. asla bir dalga konusundan öteye gitmeyecek kahkahalardı belki de tüm istediği. tüm ihtiyacı bir defadan fazla okumayacağı, dönüp dönüp düşünmeyeceği, kısa ve sığ öykülerdi, zamanı gelince silinmeye hazır diyaloglardı. gerçek değildi ihtiyacı olan.

'all your need is love'. şarkının adı bu.




E.
'bana kapıya doğru üç adım ver, beni bir daha görmeyeceksin'

Ekim 13, 2009

ekim

yaklaşık yarım saat vardı. yarım saat sonra, sayısını unuttuğu günlerden sonra tekrar görecekti onu. içinde tarif edemediği bir his vardı. aklı ağzına kadar dolu bir bavul gibiydi; fırlayan düşüncelerini bastırmakta git gide daha çok zorlanıyordu.

kaba, sessizliği bir bıçak gibi yırtan ve martıları ürküten bir çığlıkla kırıldı düşüncelerinin zinciri. ayakları ondan habersiz iskeleye getirmişti bedenini, ayrılmak üzere olan vapur kendisini uyarıyordu sanki. adımlarını sıklaştırdı, paltosunun eteklerini savurarak iskeleden ayrılmakta olan vapura yetişti. tam oturacağı sırada telefonu çaldı. 'geldim.' diyordu bir yeni mesaj. 'erkencisin' diye düşündü, iki dakika sonra iletildi raporu gelen mesaja ise 'on dakikaya ordayım.' yazmıştı.başını kaldırıp yavaş yavaş turuncudan sarıya dönmekte olan güneşe baktı. denizde ışıktan bir şerit oluşmuştu, ucu sarayın önünde gözden kayboluyordu. son mantıklı düşüncesi ışığın üzerinde yürümenin nasıl bir his olacağıydı.

---

'geciktin.' dedi. hafif bir makyaj yapmıştı; yanaklarını ortaya çıkaracak kadar allık, dudaklarını daha da güzelleştirecek kadar parlatıcı. saçlarını salmıştı. üzeride mavi, pamuklu kumaştan bir elbise ve ince bir hırka vardı. dizlerine kadar inen elbisenin altındaki bacakları çıplaktı. bu puslu havaya uygun bir kıyafet seçimi değildi. üşüyecekti.
'yalnızca beş dakika.' dedi. 'bence sen oldukça erken geldin.'
'bir kez olsun laf dokundurmadan cevap veremez misin?'
'sanırım.'
'artık konuşmayı kesip yürüyemez miyiz?'in tek kelimeye sıkıştırılmış şekliydi bu cevap. ellerini paltosunun cebine sokup yürümeye başladı. kısa bir duraklamadan sonra o da arkasından gelmeye başlamıştı. ellerini beline dolamıştı; üşüyordu.

---

banklar ıslaktı. nispeten kuru bir yer bulana kadar uzunca bir süre boyunca yürüdüler. sonunda oturduklarında solukları her zamankinden daha fazla buharlaşıyordu. yine peş peşe sıralanmaya başlamıştı heyecanlar. bir bacağını diğerinin üstüne attı. hava fazlasıyla elektrikliydi. yanında, hâlâ kolları birbirinin üstüne kenetlenmiş dururken onun da kendisi kadar tedirgin olduğunu hissedebiliyordu. önce onun konuşmasını bekleyecekti; buraya bunun için gelmişlerdi, ekimin bu soğuk ikinci perşembe sabahı, ne sevgililerin ne de peşlerinde koşan çiçekçilerin olmadığı bu parkta, sararıp düşmüş yaprakların ortasında bu hafif nemli bankta konuşmak için oturuyorlardı. önce onun konuşmasını bekleyecekti.
'nasılsın?' dedi. pek şaşırtıcı bir başlangıç sayılmazdı.
'iyi gibiyim,' dedi erkek. 'başım ağrıyor biraz. sen?'
'iyiyim.' dedi hemen. sandığından daha heyecanlıydı. 'neden geldiğimizi merak ediyor musun?'
başını hafifçe yana çevirdi, 40 dakika kadar önce buluşmalarından beri ikinci defa gözlerinin içine bakıyordu. 'evet.' dedi.
'gülme ama, ben de bilmiyorum.' dedi. 'görüşelim mi dedikten sonra farkına vardım söylediğim şeyin. açıkçası kabul edeceğini de ummuyordum.'
son cümleyi duymamış gibi davrandı. 'eh, burada olduğumuza göre az çok bir fikir oluşmuştur herhalde kafanda.'
'bilmiyorum. belki de kötü bir fikirdi.'
'olabilir.'
'bu kadar mı?'
'ne söylememi bekliyorsun? konuşmak isteyen sendin, ben de haklı olarak söyleyeceklerin olduğunu düşündüm.'
'ben yok demedim ki.'
'söyle o halde?'

pes etmişti. genellikle böyle olurdu.
'hava çok soğuk.'
'ince giyinmişsin.'
'sabah sıcak olacak gibiydi. yine de neden bu kadar ince giyindim bilmiyorum.'
'söyleyeceklerini söyle de daha fazla üşümeden gidelim.'
'bu kadar kötü davranmak zorunda mısın?'
'hayır, değilim. ama diğer türlüsü daha zor geliyor. bunun sorumlusu da sadece ben değilim.'
'evet, yine başlıyoruz..'
'peki, özür dilerim. dinliyorum.'
'uzak durmalıyım. uzak durmalıyız.'
'bu çözüm olacak mı?'
'olmalı. başka bir yol bilmiyorum.'
'açılmasına izin ver o zaman. belki daha rahat ve güvenli bir yol vardır.'
'bu kadar güçlü değilim.'
'ama olmalısın. yoksa daha çok düşeceksin. daha çok düşeceğim.'
'uzak durmalıyım.'
'bu şart değil.'
'üşüyorum.'

üşüyordu. hayır, üşümek değildi bu, resmen donuyordu. bacaklarını sımsıkı birbirine bastırmıştı, dizlerinin birbirine dayadığı kısımları bembeyazdı, geri kalan kısmı soğuktan kızarmıştı. donuyordu.

dayanamadı, paltosunun düğmelerini açıp sağ kolunu paltodan çıkardı, açılan kısmı onun omzuna örttü. hemen yanaşmıştı, göğsüne dayanan kollarının titrediğini elbiselerin altından bile hissedebiliyordu. paltonun içinde iki kişiydiler şimdi, başı omzunun hizasındaydı. kolunu omzuna atmıştı. başı omzunun üstünde hareketlendi, dudaklarını kulağına yaklaştırdı.

'en fazla bu kadar uzaklaşabiliyorum.' dedi...



E.
G. için

Eylül 17, 2009

daralan vakitler

yanakları saçları gözleri yanmış
zehirli gaz bombaları
yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini
ağızları, küçücük dilleri yanmış
bütün beyrut sapsarı kalmış
sanki anlamak imkansız
başları
paletlerle ezilmiş babaları
yahudi doğramış analarını
binlerce çocuk topların betonların altında

beyrutun gözyaşları şimdi
kudüsün yanı başında
müslümanlarsa uzakta
sanki başka
gelinmez bir dünyada

acın bir vadi
zehirli çiçekleri bir ova gibi karşımda

gözüm baksın sadece
ayrıntıları
kıvrılıp kırılmış bilekleri
kemikten yakılmış etleri
kuma serilmiş cesetleri

büyük ajansların yaydığı resimleri
bir seyirci gibi görsün dursun
bir kadın gibi ağlasın...

beyrut yengeç kıskacında
çoğu müslüman kafir yanında
yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin

sen filistin hokkaları doldur kanla
şairler eğer ahın varken
uzanırlarsa tomurcuklara güllere
herbiri kanlı bir ateş gibi korku
bir azar bir şamar olsun

filistin sen işine bak kar toprağını
yoğur gazabını yaradanın

bir mezarlık kadar ölüye şahit her evin
her soluğun yeni bir can veriş
eğer kalmamışsa kalplerde allah sevdası
ey filistin kar kar toprağını
yoğur gazabını yaradanın ...

bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde
çam ormanlarının salınışında
kuşların cıvıldayışında
otların serin tenlerinde
eğer varsan bakıp görmeye
şeffaf perdenin az ötesini
bir ateş bulutu var en bildik yerde
en emin yerde

ve bak asıl ölen yaylalar villalar tok karınlar
hissiz dudaklar gayretsiz kalpler
asla değil kavruk çölde yatan kadavralar

farzet körsün olabilir
elele tut
taş al ve at
kafiri bulur

hani ceylanların
hani cihat marşın

bir yumruk harbinden nasıl kaçtın
en arka safta bile kalmadın
cengi attın dünyaya daldın
tezeğe konan sinekler gibi

dönüyor burgaç
dünya üstten yanlardan daralıyor
ovalardan
dar geçitlere sürülen sığırlar gibi
bir gün ister istemez
karşısında olacaksın kaçtıklarının

dua et
o gün henüz mahşer olmasın


Cahit Zarifoğlu

Eylül 14, 2009

sun

bir çocuk var. küçük henüz, yavaş yavaş heceleri telaffuz etmeye başlamış, ama konuşmak sayılmaz yine de. konuşamıyor daha. 'neden?' demek için uzun yılları var önünde. bol bol ağlıyor ama onun yerine, düştüğünde ağlıyor, ağzını büzüyor neredeyse komik denebilecek bir şekilde, gözlerinden bir damla yaş akıyor. sonra başka bir şey görüyor, bir oyuncak, sol arka tekerleği çıkmış küçük bir araba belki, bir sandalye ya da. unutuyor neden ağladığını, ağladığını unutuyor hatta, koşarak -az önce düşüp yaraladığı ayağı sekiyor koşarken- gördüğü şeye gidiyor. ağlamayı unutuyor, bir mucize gerçekleştirdiğini bilmeden.

gördüğü şey bir sandalye. ahşap, oturacak yeri beyaz geri kalanı kahverengi, bildiğin tahta. alıp eline götürmeye başlıyor, nereye gittiğini kendi de bilmiyor. başka bir odaya varıyor, görmediği topraklar buralar ona göre, ne gizemler, ne hazineler gizli kimbilir. daha önce defalarca girmiş bu odaya, ama ilk defa görüyor yine de, başını kaldırınca pencereye kadar ufku, sonsuzluk pencereye kadar.

elindeki sandalyeyi hatırlıyor. alıp duvara dayıyor, üstüne tırmanıyor binbir güçlükle. lambanın düğmesini kestirdi gözüne, uzanıyor, erişemiyor. parmaklarının ucunda yükseliyor, az kaldı, garip sesler çıkarıyor ama dünya umrunda değil, yetişmek üzere, biraz daha uzanıyor, parmakları kırılacak neredeyse, uzanıyor... ve ışığı yakıyor....

..gözlerini çeviriyor. ışık yanıyor. vakit öğle üzeri. güneş dik değil de, biraz daha eğik vuruyor araba camlarına, asfalta, dik değil, eğik biraz her insan kadar. ışık yanıyor. ve bu çocuk, dışarıdaki güneşi değil, yaktığı o ışığı izliyor büyülenmiş bir halde. dışarıdaki milyarlarca kat daha büyük güneşi değil; uğruna bir odadan diğerine, ayağının kanadığını farketmeden taşıyarak getirdiği sandalyenin üzerine çıkıp yaktığı kendi güneşini izliyor. uğruna savaştığı ışığını izliyor. ve umursamıyor dışardaki güneşi. ne derece parlak olduğu önemli değil onun için. ne derece büyük olduğu, ne denli güzel olduğu umrunda bile değil. o kendi güneşine sahip, çabalayarak, didinerek, 'dünya için küçük, ama kendisi için büyük adımlar' atarak ulaştığı güneşini izliyor hayranlıkla. bir çığlık kopuyor ağzından, hayranlık dolu bir çığlık, ellerini deli gibi sallamaya başlıyor, ağzı kulaklarına varıyor, güzel siyah gözlerini açıyor iri iri. bu çocuk, daha güzel de olsa, daha büyük de olsa, şaka gibi kalsa da kendi güneşi diğerinin yanında, bizim güneşimize bakmıyor. ulaşamayacağı bir güneşte değil, inandığı, uğruna savaştığı kendi güneşinde gözü. gülenlere aldırmıyor, 'bu muydu uğruna bu kadar çabaladığın şey?' diyenleri dinlemiyor, 'yapamazsın' diyenleri duymuyor, 'düşeceksin' diyenleri görmüyor. bu çocuk kendi güneşine gidiyor.




E.
Güneşim'e

Eylül 09, 2009

gece

otobüsten inip arkadaşıyla telefonda konuşmasının üzerinden 9 dakika geçmişti. hızlı adımlarla iskeleye arkasını dönüp yürümeye başladı. arkadaşı gelene kadar bankaya gidip gelebileceğini düşünüyordu. aslında banka olduğu yere oldukça uzaktı, ama bu saatte, burada, tamamen yabancı olduğu ama bir süre sonra ister istemez alışacağını düşündüğü bu garip caddede yapacak daha iyi bir işi yoktu. ellerini cebine sokup yürümeye başladı. boynunu omuzlarının arasında çekmiş, kaşlarını çatmıştı. hafif bir yağmur vardı, damlalar tek tük saçlarına, yanaklarına, burnuna çarpıyor, gözlüğünün camlarında kavisli izler bırakıyordu. yanından geçtiği büfelerde birkaç gündür beklediği dergiyi arıyordu gözleri bir yandan da, ayın altısı gelmiş, geçmişti bile, çıkmış olmalıydı.

...

yavaş adımlarla iki gün önce oturdukları merdivenlerden inip ortasındaki topraktan bir ağacın çıktığı şu banklardan birine oturdu. oturmadan önce elleriyle oturacağı yeri silmeyi ihmal etmemişti, suyu çabucak emen ama kurutmakta bu kadar hevesli olmayan bir pantolon vardı bacaklarında. gözlerini pantolonundan kaldırınca kaldırımdan geçmekte olan insanları gördü. çoğu telefonla konuşuyordu. iki kişi dergi satmayan türden bir büfeden yiyecek birşeyler almışlar, taburelere oturmuş ellerindekini yiyorlardı. ne yediklerini merak etmedi. bakışlarını çevirince oldukça şişman görünen bir kadına takıldı gözleri. aynı anda kadın da ona bakınca utançla gözlerini kaçırdı, bu mesafeden ve bu karanlıkta göremeyeceğini düşünmeden (şimdi düşününce, neyi görecekti zaten?). kaldırımın orta yerinde eski bir çalar saat vardı, yalnızca boyutları evde yatağınızın başucuna koyduklarınızın (ya da bir zaman bir yerde mutlaka görmüş olduklarınızın) onlarca katıydı. akrep dokuzun üstünde, yelkovan da akrebin üstündeydi. arkadaşını aramasının üzerinden 16 dakika geçmiş olduğunu hesapladı. tekrar aradı. iki kere çaldıktan sonra açan arkadaşı 'dört dakika sonra oradayım' dedi ve bir şey söylemesine fırsat vermeden kapattı. telefonu cebine koyarken bıkkınlıkla gözlerini tekrar saate çevirdi. tam o anda, yelkovan 9'un üstünden kalktı, yavaş yavaş hareket ederek 9 ile 10'un arasındaki beş küçük çizgiden ilkine geçti.

büyülü bir andı. ilk defa yelkovanın hareket etmesine şahit olduğunu farketti şaşkınlığının arasında. aptalca bir tespitti ama gerçekti işte. anın büyüsü kadar gerçek. o anda, telefonla konuşan kimse olmadığını farketti kaldırımda, elinde şemsiyelerle '5 lira, şemsiyeler 5 lira!' diye bağıran satıcı ilk defa susmuş gibiydi, büfenin yanındaki taburelerde oturanlar gitmişlerdi, burnunun ucuna bir yağmur damlası daha düştü. o an bütün olup bitenin farkına varmıştı. büyülü bir andı. gerçekti. gözlerinden süzülen ama zihninin bütün o açıklığına rağmen yağmur sandığı yaşlar kadar gerçek.




E.
anlık bir aydınlanma anı anısına.

Eylül 05, 2009

shine.

Later in the evenin' as you lie awake in bed
With the echoes of the amplifiers ringin' in your head
You smoke the day's last cigarette
Rememberin' what she said
What she said....

Ağustos 16, 2009

belki

gecenin bu saati için çok fazla gürültü vardı. dışarıdan homurtuyla gürültü arası sesler geliyordu, arada mekanik ve tekdüze bir bipleme de eşlik ediyordu bu saçma karışıma. yine dışarıdan, ama daha içerden en-fazla-bu-kadar-yüksek-sesle-konuşabiliriz tonunda kadın sesleri geliyordu, biri genç, diğeri yaşlı gibi. asıl orkestra daha içerdeydi ama. bir mağara duvarındaki resimler gibi net sesler geliyordu kulağına; kimi geçmişe, kimi nispeten daha yakın bir geçmişe ait.

ağır bir şeydi bu, daha sonraları bu 'şey' bir 'yük'e dönüşecekti. her şey bir şeye bağlanacaktı, her atılan taş aynı camı kıracak, her yabancı aynı şeye sebep olacaktı. umursamaz tavırlar, tahammülsüz bir zihin, ağızdan düşüncesizce çıkan cümleler, ve nihayet, inanmakla inanmamak arasında kaybolacaktı gülüşler.

yarın en yalancı kavramdı. daha gelmeden bütün kinin hedefi, bütün felaketlerin evsahibesiydi. yarında umut yoktu, yarında aidiyet yoktu; yarında 'son' vardı, kayan cast yazısı vardı, her nerede yaşanmış ve yaşatılmışsa bitecek, perde kapanacaktı. yarın, daha yokken yok edilmişti itikatsız bir dille; yarın, daha olmadan olamaz diye etiketlenmişti. karanlığa gebeydi yarın, umutların katili, hayalbozan bir şeydi. yarın bizi uzağa savurmayacak, isimlerimizi bilmeyecek birileri bile olmayacaktı. -se -sa ile biten kelimeler korktu doğmaya, başlarını uzatmaya çekindiler gün ışığına. çünkü 'yapamam' vardı orada, 'olamam' kesilen başları geçirmek için mızraklar tutuyordu elinde, 'bilmiyorum' bile yaşayamadı aralarında. biliyordun çünkü, bugünü bile tam yaşayamamışken, emindin sen yarının ol(a)mayacağından, inanmak, beklemek zor geldi sana. zuldü bundan bahsetmek bile; dün geçip gitmiş, yarın meçhulden kalkmamış bir gemiyken daha, bugünü bozdurup bozdurup harcadık yerin dibine batası bir açlıkla.

olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi yaşayamaz mıydın?

işte şimdi, zihnimde shuffle halinde yankılanan inançtan yoksun hayallerle duruyorum bu gürültünün ortasında. olması gerektiği için değil, olduğu için. düşündüğünün aksine çocukça değildi tüm düşünceler, yarının ne getireceğini bilmeden, 'eğer' diye başlayarak dillenmişti gözlerim. ağlarken sen, yan odadan gelen ve yine yarını bilmeden söylenenlerden incinerek, ve yapmadığın şeyleri savunurken bana, seni ağlatanın ben değil biz olduğunu söyleyemedim sana. güçsüzlüğünü inanmayarak perçinlerken sen, biz, ben ve yarınlarım, el sallayacağız sana hangimiz nerede olursak olalım. o gün, 'olabilirmiş' dediğini duymak isterdim.

İzleyiciler

bu da benim. valla.

ta kendim:

paylaşabilirsin de

Bookmark and Share