Aralık 23, 2009

yağmur

ellerimi uzatırım öne, bir gölgeye çarparım huzur diye. zihnimden kollarıma giden bir yol olur rüyalarım, seni bana getirirler görmek yetmezken. bir şiir yazılır; kâh sen şair olur, mızrak gibi kelimelerinle deler geçersin beni, kâh ben bir kıtmir olurum, kuyulara sorarım gözlerini. kaşlarını kaldırıp bakarsın bana, denizkızları iç çeker, dalgalar umursamaz dalgakıranları taşar göğsümden, iki bulut birbirine çarpar. ellerimi geri çekerim, ipek bir gülümseme dolanır parmaklarıma, gözlerini gözlerime çevirirsin. dudaklarını aralarsın, yer yarılır ay içine düşer. bir deniz kıyısı kalır aklımda bir de sen; dayanamam aşık olurum.



E.
G. için, bir anda.

Kasım 08, 2009

'eşit'

'hayatta yapılacak bu kadar çok hata varken aynılarını yapıp durmak aptallıktır.'

güzel bir ses duyuluyor. anlamsız, yarım kalan, tam dolamamış notalara benziyorlar ama, yine de, durup dinleyince merdivenin başında, güzel geliyor kulağa. biraz melankolik, biraz da çilek kokulu bir ezgi bu; unutulup giden bir hüznün arkasından bakakalmış biri, utancını örtmek için çalıyor sanki. somut gibi kulaklara çalınanlar, öyle ki, gözlerini kapatınca çalan erkeği görebiliyorsun beyazlıkların arasında.

uzaklaşıyor. elinde yayı, tellere sürterek bir öfke tınısı şekillendiriyor boşlukta. söyleyemedikleri için çalıyor diye düşünüyorsun, ama hayır, aklında eksik cümleler değil, tamamlanmış ve buruşturulup atılmış imgeler var. uzun uzadıya konuştuğu günler geride kalmış, bakınca yüzüne bu anlaşılıyor önce. yüzü tam seçilmiyor, biraz ışığa ihtiyaç var aslında. gür, siyah saçlarının altındaki yüzü sert, burnu büyük görünüyor buradan bakınca. aslında merdivenin başka yerinden de görünmeden izlenmiyor, görürse seni, arkasını dönecek. uzun bir nota çalıyor şimdi, bitirmek üzere çaldığı melodiyi. sert ve kısa vuruşlar yüzünden dökülüp çarpıyor sanki notalara; gözlerini kısmış hafif, başını eğmiş, bir tiran heykeli gibi, mağrur ve öfkeli.

bir anlığına duruyor. sonra, tekrar başladığında, hiç olmadığı kadar hızlı çalıyor. sanki tüm biriktirdiklerini bir anda atmak istiyor gibi vücudundan, böyle olmayacağını bilmiyormuş gibi davranıyor. yavaşça, eriterek yok etmesi gerekiyor aslında, ama başladı mı durmak bilmiyor, yanlışlıkla kesilen bir atardamardan fışkıran kan gibi, kendinden geçmişçesine, durmak bilmez bir şekilde kolunun yönetimine bırakıyor kendini. yüzü git gide daha da kararıyor, ah, aklından geçenleri bilmek için neler vermezdim. kulakları kendi çaldıklarını bile duymuyor gibi, sanki başka bir yerde şu anda, öfke yayılıyor her yerinden, ve yükselip tekrar bedenine giriyor sanki.

bittiğinde, kolunu sarkıtıyor yavaşça yana doğru. yüzünü kaldırıyor. gözleri her zamankinden daha karanlık, terler parlıyor yüzünde. kalkıp gitmesi gerektiğini biliyor, ama oturmak geliyor içinden, zor da olsa kalıp ardından olup bitenleri dinleyecek, merdivenlerde yankılanmaya devam ediyor çünkü öldürdüğü. bittiğinde, buruşturulmuş bir kitap yaprağı kalıyor az önce oturduğu sandalyenin ayaklarının dibinde. dolma kalemle yazılmış bir yazı görülüyor köşesinde, karışık çizgiler var; bir imza belki de.





E.
beni yatıştır.

Ekim 23, 2009

uzak

bir şarkı söylenmeliydi.

konusunu ortalarına doğru anladığın bir film gibi olacaktı. cam kırıldığında karşılaşacaktınız. bahsi kurtarmayan bir kumar gibi olmalı, sonunda kazandıkların başında ortaya koyduklarından az. hesabını tutmadığın zaman anlamsız gelecek, vardır ya kızlar öyle: 'ben evlenmeyeceğim.' bir şarkı kadardır ömrü, unutulup giden diğer her şeyden biraz daha kısa. hiçbir şey olmamış gibi umursamamaya başlamasının hemen öncesinde.

biriyle tanışırsın. 60'lardaki gibidir, beyaz bir ten ve siyaha çalan saçlarla. o zaman tanışsan hani, birlikte Jefferson Airplane konserine gidip barış işaretleri yapacağın biri. yana tararsın uzun saçlarını, önleri kısa ensen uzundur. parlak ışıklar altında siyah giyinmiş olacak, ahlaksız bir sokaktan beri. resmini çizebileceğin biri. yakınına gelmeli, gözlerini doğru çiz. uzakta durursa renkler parlaklaşır, uzakta durursa, fotoğrafın negatifi daha normal gelmeye başlar; bir göl evi daha güzel olacak.

şarkılar uzaklaşır. 'bir piç gibi bırak'ırsın yalnızlığı. çimlere uzanacaksın. rüzgar esmeli. saçlarını savurmalı yanaklarına, örtmeli onları ki, olur olmadık yere utanıp kızarmıyorlar artık. lekelenecekler pek yakında sabahtan beri sokakta koşturan çocuklar gibi. uyur musun bir meleğe benzeterek kendini? resmin çizilir mi ki öyle? duvarın karalanır mı kanla? çıkman gerekiyor ama. ilk başta olduğu gibi. öyle ya.

gülmen gerekiyor. unutamazsın çünkü. şarkının gerisini dinlemeden ağlayacaksın yine, ve 'özgür' değil artık, değilsin, yabancı bir adam giriyor içeri ve kırıyor resimleri, yok ediyor yazılanları. gidip özür dileyeceksin, 'evet, elbette bir sorun yok, artık bir anlamı da yok benim için, neden böyle yapıyor anlamıyorum.' bir tahtaya çiviyle çakacağım çilekleri, ve gözyaşlarını akıtacaklar kıpkırmızı. televizyon ekranında akacağım bir nehir gibi, bir yaprak olacaksın, çileklerin kanamış, çileklerin, kanamışlar, akmışlar ayaklarımın dibine. dokunacağım, önce çivilere, sonra çileklere, pek çoğu anlamayacak, 'ah' diyecekler 'işte bir tane daha, ne de uzunmuş, boşver gitsin.' sonra patlayacak elimde çilekler, ellerimi alacaklar benden, dokunmak yerine bağırmak zorundayım artık sana. affet ama, ciğeri beş para etmez birinin abartısı değil benimki. elimde megafonum yok ve 'hey, buraya baksanıza' demek de bir fotoğrafa bakıp altına saçmalamak kadar renkli değil bende. bayanlar baylar, işte bir saçmalıklar dizisi daha, haydi kapıya kadar eşlik edelim kendisine.

'iyi misin?'
'evet, bir şeyim yok.'

hiçbir şey söyleyemezsin söylenemeyecek bir şarkı hakkında. yapman gereken durup kulak kabartmaktır. kolaydır bu. bırakın, yukarı çıkmalı: en yakınıydı çünkü ölen bir hikayenin. ağlarken gülebiliyor çünkü. iltifat ediyorlar, gülüyor, kahkaha atıyorlar, midelerinde başlayıp gökyüzünde sona eren bir gürültünün ortasında kayboluyor söylemek istedikleri, yapış yapış bir cümleye dönüşüyorlar ve o çıplak hissetmiyor artık kendini. gerçek bir şeyler isterken en başta kastettiği buydu belki de. asla bir dalga konusundan öteye gitmeyecek kahkahalardı belki de tüm istediği. tüm ihtiyacı bir defadan fazla okumayacağı, dönüp dönüp düşünmeyeceği, kısa ve sığ öykülerdi, zamanı gelince silinmeye hazır diyaloglardı. gerçek değildi ihtiyacı olan.

'all your need is love'. şarkının adı bu.




E.
'bana kapıya doğru üç adım ver, beni bir daha görmeyeceksin'

Ekim 13, 2009

ekim

yaklaşık yarım saat vardı. yarım saat sonra, sayısını unuttuğu günlerden sonra tekrar görecekti onu. içinde tarif edemediği bir his vardı. aklı ağzına kadar dolu bir bavul gibiydi; fırlayan düşüncelerini bastırmakta git gide daha çok zorlanıyordu.

kaba, sessizliği bir bıçak gibi yırtan ve martıları ürküten bir çığlıkla kırıldı düşüncelerinin zinciri. ayakları ondan habersiz iskeleye getirmişti bedenini, ayrılmak üzere olan vapur kendisini uyarıyordu sanki. adımlarını sıklaştırdı, paltosunun eteklerini savurarak iskeleden ayrılmakta olan vapura yetişti. tam oturacağı sırada telefonu çaldı. 'geldim.' diyordu bir yeni mesaj. 'erkencisin' diye düşündü, iki dakika sonra iletildi raporu gelen mesaja ise 'on dakikaya ordayım.' yazmıştı.başını kaldırıp yavaş yavaş turuncudan sarıya dönmekte olan güneşe baktı. denizde ışıktan bir şerit oluşmuştu, ucu sarayın önünde gözden kayboluyordu. son mantıklı düşüncesi ışığın üzerinde yürümenin nasıl bir his olacağıydı.

---

'geciktin.' dedi. hafif bir makyaj yapmıştı; yanaklarını ortaya çıkaracak kadar allık, dudaklarını daha da güzelleştirecek kadar parlatıcı. saçlarını salmıştı. üzeride mavi, pamuklu kumaştan bir elbise ve ince bir hırka vardı. dizlerine kadar inen elbisenin altındaki bacakları çıplaktı. bu puslu havaya uygun bir kıyafet seçimi değildi. üşüyecekti.
'yalnızca beş dakika.' dedi. 'bence sen oldukça erken geldin.'
'bir kez olsun laf dokundurmadan cevap veremez misin?'
'sanırım.'
'artık konuşmayı kesip yürüyemez miyiz?'in tek kelimeye sıkıştırılmış şekliydi bu cevap. ellerini paltosunun cebine sokup yürümeye başladı. kısa bir duraklamadan sonra o da arkasından gelmeye başlamıştı. ellerini beline dolamıştı; üşüyordu.

---

banklar ıslaktı. nispeten kuru bir yer bulana kadar uzunca bir süre boyunca yürüdüler. sonunda oturduklarında solukları her zamankinden daha fazla buharlaşıyordu. yine peş peşe sıralanmaya başlamıştı heyecanlar. bir bacağını diğerinin üstüne attı. hava fazlasıyla elektrikliydi. yanında, hâlâ kolları birbirinin üstüne kenetlenmiş dururken onun da kendisi kadar tedirgin olduğunu hissedebiliyordu. önce onun konuşmasını bekleyecekti; buraya bunun için gelmişlerdi, ekimin bu soğuk ikinci perşembe sabahı, ne sevgililerin ne de peşlerinde koşan çiçekçilerin olmadığı bu parkta, sararıp düşmüş yaprakların ortasında bu hafif nemli bankta konuşmak için oturuyorlardı. önce onun konuşmasını bekleyecekti.
'nasılsın?' dedi. pek şaşırtıcı bir başlangıç sayılmazdı.
'iyi gibiyim,' dedi erkek. 'başım ağrıyor biraz. sen?'
'iyiyim.' dedi hemen. sandığından daha heyecanlıydı. 'neden geldiğimizi merak ediyor musun?'
başını hafifçe yana çevirdi, 40 dakika kadar önce buluşmalarından beri ikinci defa gözlerinin içine bakıyordu. 'evet.' dedi.
'gülme ama, ben de bilmiyorum.' dedi. 'görüşelim mi dedikten sonra farkına vardım söylediğim şeyin. açıkçası kabul edeceğini de ummuyordum.'
son cümleyi duymamış gibi davrandı. 'eh, burada olduğumuza göre az çok bir fikir oluşmuştur herhalde kafanda.'
'bilmiyorum. belki de kötü bir fikirdi.'
'olabilir.'
'bu kadar mı?'
'ne söylememi bekliyorsun? konuşmak isteyen sendin, ben de haklı olarak söyleyeceklerin olduğunu düşündüm.'
'ben yok demedim ki.'
'söyle o halde?'

pes etmişti. genellikle böyle olurdu.
'hava çok soğuk.'
'ince giyinmişsin.'
'sabah sıcak olacak gibiydi. yine de neden bu kadar ince giyindim bilmiyorum.'
'söyleyeceklerini söyle de daha fazla üşümeden gidelim.'
'bu kadar kötü davranmak zorunda mısın?'
'hayır, değilim. ama diğer türlüsü daha zor geliyor. bunun sorumlusu da sadece ben değilim.'
'evet, yine başlıyoruz..'
'peki, özür dilerim. dinliyorum.'
'uzak durmalıyım. uzak durmalıyız.'
'bu çözüm olacak mı?'
'olmalı. başka bir yol bilmiyorum.'
'açılmasına izin ver o zaman. belki daha rahat ve güvenli bir yol vardır.'
'bu kadar güçlü değilim.'
'ama olmalısın. yoksa daha çok düşeceksin. daha çok düşeceğim.'
'uzak durmalıyım.'
'bu şart değil.'
'üşüyorum.'

üşüyordu. hayır, üşümek değildi bu, resmen donuyordu. bacaklarını sımsıkı birbirine bastırmıştı, dizlerinin birbirine dayadığı kısımları bembeyazdı, geri kalan kısmı soğuktan kızarmıştı. donuyordu.

dayanamadı, paltosunun düğmelerini açıp sağ kolunu paltodan çıkardı, açılan kısmı onun omzuna örttü. hemen yanaşmıştı, göğsüne dayanan kollarının titrediğini elbiselerin altından bile hissedebiliyordu. paltonun içinde iki kişiydiler şimdi, başı omzunun hizasındaydı. kolunu omzuna atmıştı. başı omzunun üstünde hareketlendi, dudaklarını kulağına yaklaştırdı.

'en fazla bu kadar uzaklaşabiliyorum.' dedi...



E.
G. için

Eylül 17, 2009

daralan vakitler

yanakları saçları gözleri yanmış
zehirli gaz bombaları
yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini
ağızları, küçücük dilleri yanmış
bütün beyrut sapsarı kalmış
sanki anlamak imkansız
başları
paletlerle ezilmiş babaları
yahudi doğramış analarını
binlerce çocuk topların betonların altında

beyrutun gözyaşları şimdi
kudüsün yanı başında
müslümanlarsa uzakta
sanki başka
gelinmez bir dünyada

acın bir vadi
zehirli çiçekleri bir ova gibi karşımda

gözüm baksın sadece
ayrıntıları
kıvrılıp kırılmış bilekleri
kemikten yakılmış etleri
kuma serilmiş cesetleri

büyük ajansların yaydığı resimleri
bir seyirci gibi görsün dursun
bir kadın gibi ağlasın...

beyrut yengeç kıskacında
çoğu müslüman kafir yanında
yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin

sen filistin hokkaları doldur kanla
şairler eğer ahın varken
uzanırlarsa tomurcuklara güllere
herbiri kanlı bir ateş gibi korku
bir azar bir şamar olsun

filistin sen işine bak kar toprağını
yoğur gazabını yaradanın

bir mezarlık kadar ölüye şahit her evin
her soluğun yeni bir can veriş
eğer kalmamışsa kalplerde allah sevdası
ey filistin kar kar toprağını
yoğur gazabını yaradanın ...

bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde
çam ormanlarının salınışında
kuşların cıvıldayışında
otların serin tenlerinde
eğer varsan bakıp görmeye
şeffaf perdenin az ötesini
bir ateş bulutu var en bildik yerde
en emin yerde

ve bak asıl ölen yaylalar villalar tok karınlar
hissiz dudaklar gayretsiz kalpler
asla değil kavruk çölde yatan kadavralar

farzet körsün olabilir
elele tut
taş al ve at
kafiri bulur

hani ceylanların
hani cihat marşın

bir yumruk harbinden nasıl kaçtın
en arka safta bile kalmadın
cengi attın dünyaya daldın
tezeğe konan sinekler gibi

dönüyor burgaç
dünya üstten yanlardan daralıyor
ovalardan
dar geçitlere sürülen sığırlar gibi
bir gün ister istemez
karşısında olacaksın kaçtıklarının

dua et
o gün henüz mahşer olmasın


Cahit Zarifoğlu

Eylül 14, 2009

sun

bir çocuk var. küçük henüz, yavaş yavaş heceleri telaffuz etmeye başlamış, ama konuşmak sayılmaz yine de. konuşamıyor daha. 'neden?' demek için uzun yılları var önünde. bol bol ağlıyor ama onun yerine, düştüğünde ağlıyor, ağzını büzüyor neredeyse komik denebilecek bir şekilde, gözlerinden bir damla yaş akıyor. sonra başka bir şey görüyor, bir oyuncak, sol arka tekerleği çıkmış küçük bir araba belki, bir sandalye ya da. unutuyor neden ağladığını, ağladığını unutuyor hatta, koşarak -az önce düşüp yaraladığı ayağı sekiyor koşarken- gördüğü şeye gidiyor. ağlamayı unutuyor, bir mucize gerçekleştirdiğini bilmeden.

gördüğü şey bir sandalye. ahşap, oturacak yeri beyaz geri kalanı kahverengi, bildiğin tahta. alıp eline götürmeye başlıyor, nereye gittiğini kendi de bilmiyor. başka bir odaya varıyor, görmediği topraklar buralar ona göre, ne gizemler, ne hazineler gizli kimbilir. daha önce defalarca girmiş bu odaya, ama ilk defa görüyor yine de, başını kaldırınca pencereye kadar ufku, sonsuzluk pencereye kadar.

elindeki sandalyeyi hatırlıyor. alıp duvara dayıyor, üstüne tırmanıyor binbir güçlükle. lambanın düğmesini kestirdi gözüne, uzanıyor, erişemiyor. parmaklarının ucunda yükseliyor, az kaldı, garip sesler çıkarıyor ama dünya umrunda değil, yetişmek üzere, biraz daha uzanıyor, parmakları kırılacak neredeyse, uzanıyor... ve ışığı yakıyor....

..gözlerini çeviriyor. ışık yanıyor. vakit öğle üzeri. güneş dik değil de, biraz daha eğik vuruyor araba camlarına, asfalta, dik değil, eğik biraz her insan kadar. ışık yanıyor. ve bu çocuk, dışarıdaki güneşi değil, yaktığı o ışığı izliyor büyülenmiş bir halde. dışarıdaki milyarlarca kat daha büyük güneşi değil; uğruna bir odadan diğerine, ayağının kanadığını farketmeden taşıyarak getirdiği sandalyenin üzerine çıkıp yaktığı kendi güneşini izliyor. uğruna savaştığı ışığını izliyor. ve umursamıyor dışardaki güneşi. ne derece parlak olduğu önemli değil onun için. ne derece büyük olduğu, ne denli güzel olduğu umrunda bile değil. o kendi güneşine sahip, çabalayarak, didinerek, 'dünya için küçük, ama kendisi için büyük adımlar' atarak ulaştığı güneşini izliyor hayranlıkla. bir çığlık kopuyor ağzından, hayranlık dolu bir çığlık, ellerini deli gibi sallamaya başlıyor, ağzı kulaklarına varıyor, güzel siyah gözlerini açıyor iri iri. bu çocuk, daha güzel de olsa, daha büyük de olsa, şaka gibi kalsa da kendi güneşi diğerinin yanında, bizim güneşimize bakmıyor. ulaşamayacağı bir güneşte değil, inandığı, uğruna savaştığı kendi güneşinde gözü. gülenlere aldırmıyor, 'bu muydu uğruna bu kadar çabaladığın şey?' diyenleri dinlemiyor, 'yapamazsın' diyenleri duymuyor, 'düşeceksin' diyenleri görmüyor. bu çocuk kendi güneşine gidiyor.




E.
Güneşim'e

Eylül 09, 2009

gece

otobüsten inip arkadaşıyla telefonda konuşmasının üzerinden 9 dakika geçmişti. hızlı adımlarla iskeleye arkasını dönüp yürümeye başladı. arkadaşı gelene kadar bankaya gidip gelebileceğini düşünüyordu. aslında banka olduğu yere oldukça uzaktı, ama bu saatte, burada, tamamen yabancı olduğu ama bir süre sonra ister istemez alışacağını düşündüğü bu garip caddede yapacak daha iyi bir işi yoktu. ellerini cebine sokup yürümeye başladı. boynunu omuzlarının arasında çekmiş, kaşlarını çatmıştı. hafif bir yağmur vardı, damlalar tek tük saçlarına, yanaklarına, burnuna çarpıyor, gözlüğünün camlarında kavisli izler bırakıyordu. yanından geçtiği büfelerde birkaç gündür beklediği dergiyi arıyordu gözleri bir yandan da, ayın altısı gelmiş, geçmişti bile, çıkmış olmalıydı.

...

yavaş adımlarla iki gün önce oturdukları merdivenlerden inip ortasındaki topraktan bir ağacın çıktığı şu banklardan birine oturdu. oturmadan önce elleriyle oturacağı yeri silmeyi ihmal etmemişti, suyu çabucak emen ama kurutmakta bu kadar hevesli olmayan bir pantolon vardı bacaklarında. gözlerini pantolonundan kaldırınca kaldırımdan geçmekte olan insanları gördü. çoğu telefonla konuşuyordu. iki kişi dergi satmayan türden bir büfeden yiyecek birşeyler almışlar, taburelere oturmuş ellerindekini yiyorlardı. ne yediklerini merak etmedi. bakışlarını çevirince oldukça şişman görünen bir kadına takıldı gözleri. aynı anda kadın da ona bakınca utançla gözlerini kaçırdı, bu mesafeden ve bu karanlıkta göremeyeceğini düşünmeden (şimdi düşününce, neyi görecekti zaten?). kaldırımın orta yerinde eski bir çalar saat vardı, yalnızca boyutları evde yatağınızın başucuna koyduklarınızın (ya da bir zaman bir yerde mutlaka görmüş olduklarınızın) onlarca katıydı. akrep dokuzun üstünde, yelkovan da akrebin üstündeydi. arkadaşını aramasının üzerinden 16 dakika geçmiş olduğunu hesapladı. tekrar aradı. iki kere çaldıktan sonra açan arkadaşı 'dört dakika sonra oradayım' dedi ve bir şey söylemesine fırsat vermeden kapattı. telefonu cebine koyarken bıkkınlıkla gözlerini tekrar saate çevirdi. tam o anda, yelkovan 9'un üstünden kalktı, yavaş yavaş hareket ederek 9 ile 10'un arasındaki beş küçük çizgiden ilkine geçti.

büyülü bir andı. ilk defa yelkovanın hareket etmesine şahit olduğunu farketti şaşkınlığının arasında. aptalca bir tespitti ama gerçekti işte. anın büyüsü kadar gerçek. o anda, telefonla konuşan kimse olmadığını farketti kaldırımda, elinde şemsiyelerle '5 lira, şemsiyeler 5 lira!' diye bağıran satıcı ilk defa susmuş gibiydi, büfenin yanındaki taburelerde oturanlar gitmişlerdi, burnunun ucuna bir yağmur damlası daha düştü. o an bütün olup bitenin farkına varmıştı. büyülü bir andı. gerçekti. gözlerinden süzülen ama zihninin bütün o açıklığına rağmen yağmur sandığı yaşlar kadar gerçek.




E.
anlık bir aydınlanma anı anısına.

Eylül 05, 2009

shine.

Later in the evenin' as you lie awake in bed
With the echoes of the amplifiers ringin' in your head
You smoke the day's last cigarette
Rememberin' what she said
What she said....

Ağustos 16, 2009

belki

gecenin bu saati için çok fazla gürültü vardı. dışarıdan homurtuyla gürültü arası sesler geliyordu, arada mekanik ve tekdüze bir bipleme de eşlik ediyordu bu saçma karışıma. yine dışarıdan, ama daha içerden en-fazla-bu-kadar-yüksek-sesle-konuşabiliriz tonunda kadın sesleri geliyordu, biri genç, diğeri yaşlı gibi. asıl orkestra daha içerdeydi ama. bir mağara duvarındaki resimler gibi net sesler geliyordu kulağına; kimi geçmişe, kimi nispeten daha yakın bir geçmişe ait.

ağır bir şeydi bu, daha sonraları bu 'şey' bir 'yük'e dönüşecekti. her şey bir şeye bağlanacaktı, her atılan taş aynı camı kıracak, her yabancı aynı şeye sebep olacaktı. umursamaz tavırlar, tahammülsüz bir zihin, ağızdan düşüncesizce çıkan cümleler, ve nihayet, inanmakla inanmamak arasında kaybolacaktı gülüşler.

yarın en yalancı kavramdı. daha gelmeden bütün kinin hedefi, bütün felaketlerin evsahibesiydi. yarında umut yoktu, yarında aidiyet yoktu; yarında 'son' vardı, kayan cast yazısı vardı, her nerede yaşanmış ve yaşatılmışsa bitecek, perde kapanacaktı. yarın, daha yokken yok edilmişti itikatsız bir dille; yarın, daha olmadan olamaz diye etiketlenmişti. karanlığa gebeydi yarın, umutların katili, hayalbozan bir şeydi. yarın bizi uzağa savurmayacak, isimlerimizi bilmeyecek birileri bile olmayacaktı. -se -sa ile biten kelimeler korktu doğmaya, başlarını uzatmaya çekindiler gün ışığına. çünkü 'yapamam' vardı orada, 'olamam' kesilen başları geçirmek için mızraklar tutuyordu elinde, 'bilmiyorum' bile yaşayamadı aralarında. biliyordun çünkü, bugünü bile tam yaşayamamışken, emindin sen yarının ol(a)mayacağından, inanmak, beklemek zor geldi sana. zuldü bundan bahsetmek bile; dün geçip gitmiş, yarın meçhulden kalkmamış bir gemiyken daha, bugünü bozdurup bozdurup harcadık yerin dibine batası bir açlıkla.

olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi yaşayamaz mıydın?

işte şimdi, zihnimde shuffle halinde yankılanan inançtan yoksun hayallerle duruyorum bu gürültünün ortasında. olması gerektiği için değil, olduğu için. düşündüğünün aksine çocukça değildi tüm düşünceler, yarının ne getireceğini bilmeden, 'eğer' diye başlayarak dillenmişti gözlerim. ağlarken sen, yan odadan gelen ve yine yarını bilmeden söylenenlerden incinerek, ve yapmadığın şeyleri savunurken bana, seni ağlatanın ben değil biz olduğunu söyleyemedim sana. güçsüzlüğünü inanmayarak perçinlerken sen, biz, ben ve yarınlarım, el sallayacağız sana hangimiz nerede olursak olalım. o gün, 'olabilirmiş' dediğini duymak isterdim.

Ağustos 08, 2009

'masal gibi bir gün'

....

boş bir satır, bazen, dilinin ucuna gelen bütün sözcüklerden daha iyi bir darbedir ihanete. ve hayat, 'neden?' sorusunun sorulmasına gülümseyecek kadar tuhaflaşabilir. bazen.



E.

Temmuz 22, 2009

dört

bir fotoğraf çek şimdi.

güneş batarken. ortalık hafif kararmış, batan güneş bulutları pastel bir turuncuya boyamış, arabaların ve yoldan geçenlerin gölgeleri uzamış olsun. ılık bir esintiyle hafif bir koku çarpsın burnuna, biraz parfüm, biraz ter, biraz yaz sıcağı, biraz aşk koksun. sabahki yağmurdan sonra toprak suya doymuş olsun, bir yaz gününde ne kadar olabilirse. balkonlar yavaş yavaş kalabalıklaşıyor olsun, bir tanesinde, evin kızıyla annesi sofrayı kuruyor, baba ise yorgun argın işten gelmiş, kanepede uyukluyor görünsün. kadın sesleri çocuk çığlıklarına karışsın, bir eskici, arabasının sol arka tekerleği gıcırdayarak geçsin sokaktan, ne dediği anlaşılmasın yine. akşam sefaları uyansın, sokak lambaları, köşe başındaki bozuk olan hariç yansın, evlerde akşam haberleri açılmış olsun televizyonlarda, karpuzlar kesilip buz dolaplarına konsun - güneş battı çünkü-, babalar uyansın, bir tanesi balkona çıkıp oğluna seslensin. top peşinde koşan çocuk irkilsin, topu koltuğunun altına alıp kafasını kaldırsın korkuyla, babası yine kızacak diye. ama babası kızmasın, yalnızca 'akşam oldu, hadi artık eve.' desin. çocuk rahatlasın, tam o anda hınzır arkadaşlarından biri koltuğunun altındaki topa vurup düşürsün, sonra başka bir çocuğa paslasın, çocuklar yine koşmaya başlasınlar topun peşinde. çocuk kızsın, topu geri istesin. bunun gibi şeyler için yaygara koparan çocuklardan olmadı aslında hiçbir zaman, hani şu 'top benim değil mi olm, ister oynatırım ister oynatmam' diyenlerden. ama korkuyor babasından, bir önceki topunu, yine böyle bir akşam eve çıkarken oynasınlar diye arkadaşlarına bırakıp bir daha göremediği topunu, kaybetti diye ne çok kızmıştı babası. kulağını çekmiş ve bağırmıştı 'bir daha kaybedersen top falan yok sana' diye. o yüzden geri istesin topu, zor da olsa alsın ellerinden, eve doğru koşmaya başlasın.

bir resim yap şimdi.

elinde top, pancar gibi suratıyla eve koşan çocuğun fotoğrafını koy önüne. canlansın bütün sokak gözlerinin önünde, hepsini gör sanki karşındaymış gibi, anlatıldığı gibi. yalnızca çocuk farklı olsun, yani, aynı çocuk ama eve koşmuyor, kolunun altında topu, eksik dişiyle gülüyor olsun sana. saçları karışmış, yüzünde kirler var, burnunun üstünde biraz, sağ şakağında ve yanağında, biraz da çenesinde. gözleri buz mavisi ve büyük, kaşları uzun, dingin ama etkili bakışları var. sert bir çehresi var, hafif uzun bir yüz, düzgün bir burun, pek de biçimli olmayan büyükçe bir ağız. üstünde sarı bir tişört var, bir beden büyük sanki, altında şort. dizleri kanamış, top oynarken düşmüş olmalı. yaşına göre büyük bir kalbi var bu çocuğun, pek kavga etmiyor ama kızınca da gözü dönüyor, bıraksan kendi haline süt liman. merhametli bir kalp onunkisi, aklı karışık sürekli, sesler konuşuyor kendisiyle kafasının içinde. biraz korku biraz da heyecan duyuyor bundan, kendi sesi mi yoksa bir başkası mı konuşan ayırtına varamıyor çocuk aklıyla. büyük bir kalbi var bu çocuğun, sevince içten seviyor, gülünce küçük dişleri görünüyor. daha küçük, 8-10 yaşlarında, ama şimdiden büyük düşünceler sarmış ufkunu. çok düşünecek ilerde, sevince çok sevecek, bu yüzden üzülecek bile, küçük de olsalar kovalayacak hayallerini. elleri kanayacak bu çocuğun, umutları dikenli olacak çoğu zaman, tutmak isteyince ısıracaklar ellerini. düşleri ağır olacak, omuzları çökecek biraz.

bir hikaye yaz şimdi.

çok uzun olmasın, sıkılmasın okuyanlar. fotoğraflarda koşan, resimlerde durup gülümseyen çocuğu anlat. umuda dair bir hikaye olsun bu. büyürken zorlanan bir çocuğu görsünler, hiç büyümeyecek mi diye düşünsünler belki. ama, aslında büyüsün o çocuk, kafasını kaldırınca her düşüşünün arkasından, o çocuk görünsün gözlerinde, pes etmesin hiç, yine gülsün yüzünde kirler, buz mavisi gözleriyle. yine dingin, yine sert baksın o gözler, 'hayır' desin, 'daha gidecek yol var.' kanarsa kanasın dizleri, büyük bir kalbi var o çocuğun, ve büyüyecek güzel günleri...


E. için

Temmuz 17, 2009

in memoriam

uzun bir süredir yürüyorlardı. karşılarına çıkan her obje hakkında gerekli gereksiz yorum yapmaya başladıklarında son bulmuştu yolculukları aslında. işte, şimdi de, en son sokağın başındaki arabasının başında uyuyan köfteci hakkında konuşup gülüşerek adamı uyandırdıklarından beri, hiçbir şey söylemeden adımlıyorlardı yolu. epey geç olmuştu, şehir için bile geç sayılabilecek bir vakitti- 'annem görse kızar' diye düşündüğünü hatırlıyor-. etraftaki tek ses sokak lambalarının meditasyon yapıyormuş gibi çıkardıkları hafif mırıtılardı. arada bir sokak lambalarından daha çok gürültü yapan neon lambaların altından geçiyorlardı, üçüncüsünün altından geçerken 'lambaların çenesi düşmüş bugün' demişti kendi kendine. kıza bakmıştı hemen ardından, duyup duymadığını anlamak için, görünüşe bakılırsa duymamıştı. tam gözünü tekrar yola çevirmişti ki 'ne düşünüyorsun?' dedi kız ve düşünceleri bölündü. gözünü kırpıştırarak tekrar kafasını çevirdi. durmuşlardı.

çok güzeldi. bir sokak lambasının altındalardı yine, soluk ışık saçlarına vuruyor, karanlıkta daha da siyah gösteriyordu. ışığın bir kısmı çenesini ve alt dudağını aydınlatıyordu, hafif çıkık elmacık kemiklerini bir de.

'hiç' dedi, oysa tam o anda saçlarını okşamak için dayanılmaz bir istek duymuştu içinde. 'nasıl bir insan ayakkabı dükkanına kendi ismini verir diye merak ediyordum sadece, az öncekinin adı sanırım hasan'dı.' aptal gibi hissetmişti daha dudakları kapanmadan. kız gülümseyince bu düşüncenin ömrü kısa sürmüştü neyseki. 'ben de gördüm,' dedi, 'sanırım eksik harfleri tamamlayınca gerçekten de o oluyo.'

'öyle herhalde' dedi erkek ve tekrar önüne bakmaya başladı. bir yandan da yürüyorlardı, yaklaşmışlardı artık. sokak lambalarının mırıltılarını yoldan geçen tek tük araba öldürüyordu arada sırada. yokuşu indiler. yolu kolaçan ederek karşıya geçtiler. kız hızlanarak kapıya doğru gitti, uzanıp üstten ikinci zile bastı. arkasını döndüğünde erkek yetişmişti.

'anahtarın yok mu?' diye sordu. 'var, ama arayamam şimdi.' dedi kız, 'kimbilir nerde.' gülerek 'peki' dedi erkek, anahtar gözündeki önemini çoktan yitirmişti. bir an sessizlik oldu. 'ne düşünüyorsun?' dedi kız tekrar, aynı anda biri kapıyı açmıştı. 'hiç,' dedi, oysa bu doğru değildi. apartman lambası saçlarına vuruyordu..



E.
E. adına

Temmuz 08, 2009

painkiller

'If I could have my wasted days back,
would I use them to get back on track?'

konuşmamalısın.

dilinin kemiği yok. istemediğin şeyler söyleyebiliyorsun. söylüyorsun. kontrol etmen gerek kendini. başkalarına bakmamalısın. tıkamalısın kulaklarını yıkımlara, masallara şahit olmamalı gözlerin. saate bakmamalısın aklına her geldiğinde mesela; zaman dediğin şey, parça parça hayal kırıklıklarından oluşmuş bir yığındır ve her teslim oluşunda, her ter damlanla boşa akan, doymak bilmeyen bir ateş gibi bir parçanı daha buyur eder acımasızlığına.

cevap beklememelisin.

ümit etme demiyorum, aslına bakarsan, asla kaybetmemelisin umudunu, kapı çaldığında onun gelmesini istemelisin; burda o, 'o' değildir ancak, düşlerinin ortasında dünya kıyıya vurmuş bir teknedir, farkına varmalısın bunun. kedileri görmemelisin artık, ağaçların fısıltısını dinlemelisin örneğin kahve makinesinin mırıltısı yerine. kazalar olur, yağmurlar düşer, kelimeler dağılırken su değmiş mürekkep gibi bir bakışla, bulanıktır dünyan aynı böyle, aldanmamalısın. soru sormamalısın. sormamalısın. sus ulan!

varsayma hiçbir şeyi, sonradan ölecek olan o kızın babasının dediği gibi, 'varsaymanın sonu boktur' çünkü.değişmemelisin hemen fasulyelerle paralarını, hayat masal değildir çoğu zaman. kokuyu da duymamalısın yerine göre, yoldaki pisliği görmeli ama üstüne basmamalısın. kızmamalısın ya..

sevmemelisin bu kadar çabuk.

bir bardak su içmelisin şimdi soğuğundan, her şeyin üstüne. bu kadar çabuk -sihirbazın çocuğun kulağından bozuk parayı çıkardığı kadar mesela- olup bittiğine şaşırırken boğazına takılıp kalmamalı kayıtsızlık. melankolide aramamalısın öğle uykularını. artık soru işaretleri bırakmamalısın arkanda, noktaların vardı senin, yorulunca koyduğun.. artık çoğul olmamalı ama, nokta koymalısın, bitti cümle. bitti.

nasıl anlatır bir makine beni? bırak her şeyi bir kenara şimdi, nasıl ya? nasıl taşıyabilir beni sana, nasıl gösterebilir kokumu, nasıl duyurabilir ruhumu, nasıl söyleyebilir ne olduğumu? nasıl algılatabilir her gece doldurduğun düşlerimi, güldüğümde gözlerimin içini, heyecanlandığımda göğüs kafesime vuruşunu kalbimin? üzüldüğümde, sinirlendiğimde duvara bakışımı karşımdaymışsın gibi, nasıl verir bunları sana? nasıl tanıyabilirsin ki beni bu denli acımasız olacak kadar? nasıl mutlu edebilirsin, nasıl üzebilirsin beni hepsinden önce? makine bu, sevgi mi aşk mı, kedi mi bu, bu kadar sığ mı.. teknolojiymiş de, anında iletişebilirmişsin de, bilmemkaçyıl sonra senden daha zeki olacakmış da, hoş, bazıları şimdiden solitaire'de en azından bir çoğumuzdan zeki ama, delebilecek mi duvarı, ulaşabilecek mi sana? hissedebilir mi bir makine, duyabilir mi benim duyduğumu sana, anlatabilir mi 1-0 mantığıyla benim 1'imi 0'ımı, insanın 1 ve 0'ını nasıl anlar, nasıl anlatır bir makine. anlatabilir mi?

ah.

ardına bakmamalısın.

devam etmelisin. yere düşürmemelisin gözlerini. savaşmayı değil ama, uğruna savaştığın şeyi bırakmalısın bir kenara, buna değmiyorsa artık. buysa seçimi, katlanamıyorsa dikenlerine, kahırsan.. buysa, 'peki' demelisin. ceza vermemelisin, gülüp geç sadece. kafan karışmamalı, terin akmamalı gözüne, bulandırmamalı renklerini. hesap falan sormamalısın, ne anne ne babasın. oyun oynamamalısın bir süre, hayatın bir oyun olmadığını ama hayatın oyunları olduğunu anlamak için. ve nihayet, alçaltmamalısın kendini asla, iyi bilmelisin farkı, neye değip neye değmeyeceğini. bilmelisin artık. büyüdün.

gitmelisin. çok geç olmadan.

Haziran 27, 2009

fallen

yalnızca, daha çok erken belki ama, çok acı verdiğini söylemek istedim. yanlış anlaşılmış olmak koyan, çorap söküğü gibi gelmesi gerisinin de. bu kadar zayıf olduğunu, bu kadar zayıf olduğumu böyle öğrenmek.. oysa böyle değildim ben, böyle olmamalıydım; annemin en büyük düşüydüm ben oysa (diğerlerinin benden küçük olduklarını göz önünde bulundurursak burda iğrenç bir kelime oyunu da vardır, konumuz bu değil ama, en azından şimdilik). ağlayacak değilim, bu üzülmediğim anlamına gelmez elbette ama bunun yalnızca bir bakış açısı olduğunu da bilmelisin: uçurumun dibindeysen, dünyanın sonu başının üzerindeki sonsuzluktur. buna alışkın sayılırım, biliyorsun, ama bilmediğin şey, bu sefer çok daha zor olduğu. buna inanmak istemeyebilirsin, bu senin elinde ne de olsa, gerçek bu ama. bu sefer daha zor oldu. bu sefer daha zor oluyor.

sanırım tahmin etmiştim buraya varacağını. kimse istemez elbette böyle olmasını, sanılanın aksine, sapık biri sayılmam. bilmiyorum, daha fazla uzatamayacağım. şu anda nasıl bi halde olduğumu anlarsın sanırım az buçuk, açıkçası bu kadar yazabileceğimi ben de tahmin etmiyordum. evet. eh.. sanırım bu kadar.

son olarak; bekleyeceğimi bilmeni isterim. bazen çok sabırlı olabiliyorum; ve bazen, bunu gerçekten istediğim için yapıyorum. bu da küçük mucizelerden biri sanırım. neyse. bekleyeceğim. içimde bir yerde, benden daha zeki biri bu kadarla kalmayacağını söylüyor. çoğu zaman onu duymuyorum, inanmayacaksın belki ama, bugün sen geldikten sonra da onu dinlemedim. gözüm dönmüştü yine, duyamadım sesini. bunun pişmanlığını çekeceğim sanırım. bu sefer dinleyeceğim ama. galiba bir mucize daha bekleyeceğim.

Haziran 14, 2009

bağımsız! bağımsız dedim!

http://www.ludomancy.com/games/today.php?lang=en

bu oyunu oynayın. gerçekten. hakkında onlarca cümle yazılabilecek bir oyun (ki yazmışlar, edgeonline.com'a girip bakabilirsin. evet sen.); ama anlatmak istediklerini, oyunla etkileşime geçtikçe değişen hikayesi, atmosferini, müziğini, kısacası herşeyini kendiniz keşfetmelisiniz arkadaşlar.. biraz da ingilizceniz varsa, gerçekten tadından yenmiyor (yoksa da açın bi sözlük, bakıverin anlamlarına bilmediklerinizin, değecektir). uzun zamandır ilk defa bu kadar kısa bir flash oyunu beni bu kadar etkilemişti.

Daniel Benmergui tarafından geliştirilen oyunu oynadıktan sonra tıklayın 'go here' yazan yere, indirip oynayın diğer oyunlarını da. bağımsız yapımcıların neler yapabileceğini, para kazanma şartı olmaksızın ortaya çıkan fikirleri keşfedin. açıkçası bağımsız oyun dünyası bu şekilde geliştikçe, insanların eğlenmek için oynadıkları 'oyun'ları yapan şirketlerin aptal satış politikalarının, saçma sapan kopya koruma önlemlerinin ve insanı oyunlardan soğutan gereksizliklerinin hayatımızdan bir anda çıkıp gideceğini öngörmek zor değil (kızdım bak yine).

Haziran 13, 2009

null

düz cümleler ve sade kelimelerle
dolambaçlar uzak olsun,
senin kadar en az,
ve bilmesin kimse
öyle demek istemediğimi,
yanılmış olabilirim
belki bir gölgeydi dikkatimi dağıtan,
belki bir ışık, kaynağı belirsiz ama.
ama,
şimdi,
burada,
kafam yerinde.
ve düz bir cümle var aklımda

özledim.

Haziran 05, 2009

senin korkularını benim inceliğimi

Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.

İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!

İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.

Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
hüznün arması ayrılık.

O küçük ölüm!

Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı.
Ben bulutları gösterirken,
“bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış,
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı”
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip,
“bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ”
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.

Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını,
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında….

Ne mi yapacağım bundan sonra?

Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim.
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim.
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye….

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?

Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü Erbaş

Haziran 03, 2009

üç

omuzların çökmüş. çok mu ağır yükün?

bu kaçıncı bağbozumu? kaçıncı zamansız hasat? bağıra bağıra şarkı söylemek istiyorsun, boğazını yırtarcasına bağırmak, karşına alıp, her fırça darbesiyle şeklinin değişmesi gibi yüzün kadar beyaz bir tuvalin, vurmak istiyorsun bütün günahları dışına. bütün zorluklar bıraksın istiyorsun yakanı, böyle olmaz ama. böyle olmadı ki hiç.. renkler buradadır, oyundur bütün bunlar, görürsen, bilirsen.. babanın yüzünü hatırlamalısın ama önce -solucan-, çevrim o zaman başlar.

toprağın altının üstünden daha soğuk olduğunu kim söylüyor? kim inkar ediyor yalanları? kim başlatıyor savaşları? neden böyle olduğunu sen bulmalısın, yer titremeli her yeni cümleyle, sesler titremeli, ışıklar titremeli. aşkın son parçası kayıp bir bulmacadır belki de, tamamlanınca dünyayı değiştiren, bilemezsin. bilemezsin ne yaptığını, ama düşünmek değildir bunun çaresi, düşünmek çözmez. umut etmelisin, başını öne eğip, çok zor da olsa, çok ağır da olsa yükün, boynunda yüzükle hüküm dağına tırmanan buçukluk gibi, bir ayağının önüne diğerini atmak için zorlamalısın kendini. bulduğunda göreceksin, değecek.

dağları aşmak zorunda kalabilirsin, daha da zoru, vazgeçmen gerekebilir. kalbindeyken bir zamanlar, düştüyse artık aşağı, ayaklarına bağ olmaya başladıysa artık.. bırak. yürümeni engellememeli, artık zorsa, kolaylaştırabilirsin, halin varken hâlâ. bazen tek yol budur, naparsın, kanına dolan zehiri atmalısındır çok terlesen de.

hep böyle olmaz. okuduysan eğer daha önce, hep böyle olmadığını bilmelisin. söylenenlerde doğruluk payı var, ama bunu ben anlatamam sana, biliyorsundur aslında. ama, her şeyin sonunda, değdiğini söyleyebilirim. 'o'nu bulduğunda üstündesindir her şeyin, şelalede akıntıyla sürüklenirken boşluğa doğru, tutunacak kuru bir dal bulmuşsundur. nefes alırsın. dinlenirsin. yükünü indirirsin omuzlarından.

bunu gördüm.

...

burada, bunun gibi, yaptığım bazı numaraları kendi üstümde deniyorum. kendi varlığımın tam ortasında konuşmaktayım, 'burada ben derken kendimden söz etmediğimi düşünürseniz yanılırsınız', karmaşık ve flu bir zihinden gelen algı zincirleridir bunlar, ve, virgülden sonra 've' gelmez kuralı olmadan, benim olmayan bir sesle, ardı ardına gelen 'string'lerle görüyorsunuz beni. bu arada bir perdeymiş gibi gelebilir, ama aksine, karanlığıma tutulmuş bir spot lambasıdır; burada, kendi kendime, yaratmak değil de, şekillendirdiğim mucizelere şahit olmaktasınız.

ve artık, bir mucize daha var..

Mayıs 30, 2009

kan kalesi

elbet bir hinlik vardır seni sevişimde
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan

saçlarıma bin küsür yalnızlığı takıp girdiğim şehre
insan varlığımızdan tuhaf tohumlar bıraksam
günü geçmiş bir gazete, toprak bir çanak
bir daha gelmem belki diye bir not bakır maşrapanın yanında
şeytanlar da yürür benimle herhal ıslık çaldığım için
bir şahan tüylerini döker ardımsıra
artık bırakılmaktan yapılma bir adam sayılırım
böğrümde kambur çocuklardan bir payanda.

gizemli bir dehliz gibi şehri dolaşıyorum
sıkıca tutuyorum kendimi şehre karışmaktan alıkoymaya
her yerimde urlar çıkıyor, biraz kürt, biraz köylü, biraz makina
kangren oluyorum bahar geldiği için
urlarımı kesiyorum kör bir usturayla
ama kopmuyor onlar ve bana şehri dolaştırıyor
bırakabileceğim her şeyi bıraktırıyor bana
kızlardan geçilmiyor köprüler, ayak bileklerime dek
yükseliyor kız tortuları
tülbentlerden kanı süzülürken körpe yavruların
bir bazı şeyler bulmalı yüzümüze tebelleş olan bu korkuya
-avluya çık
-avluya kara bir şey bırakılmış
(bir bomba)

kulaklarımız alışmıştı tıpırtısına yağmurun
şehre sıkıntının rahatlığı basmadan giriyorduk
filimler üç günde bir değişiyordu
bense ikircikliydim ama korkmuyordum
polis olan babamla tatil arasında uçuşup duruyordum durmadan
urlarım yoktu, suçum yoktu,
ve beyaz kuşlar kalkardı anamın hırkasından
şehre karışmayan bir dehliz değildim
sevinçle kovalıyordum kendimi
bunları ansımak başımı döndürüyor bazan
elbet bir hinlik vardır seni sevişimde
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan.

azan bir hevestir artık tanyeri
söküp gövdesinde bir cehennem parçalamak ister insan
şehrin defterini dürüp uzanmak ister yanına
üstümüzü kuş sesinden bir lekeyle örtmeli
umudumuzu kapmaya gelen makinaları
bütün çirkefini şehrin çarpıtıp aşkımıza
solumak gece
terlemek gece
gece çarşaflara...

açıklanacak, belletilecek olan belki
milât öncesi ve sonrası lâkırdıları
karışık banka hesapları, navlun
yani öylesine açık değil pek
hatta
-şehir mi, değil mi burası-
kötürüm bir kurt çantamı karıştırıyor
neden karıştırıyor, ne hakla
direnmeler, erzurumlar, kalfalar
gecenin ipini koparan gece safaları
-var mısın yok yere ağlamaya... ki bir sis
yanık bırakılmış bir fısıltı
şehri sarıyor, bir dehliz olan bana ulaşamıyor ama
herkesin içinde iğdiş bir bahar
bacakları eriyor memurların, evkızlarının
ve saat 24 vardiyasının işçileri
inmiyor ocaklarına.

yufka mıdır
yufka mıdır benim bakışım dünyaya
ki acılarıyla başlatırım insanları
derimi yalayarak geçen mevsim
beni alır şehirden yıpranmış bakışlarla
her askere gidenin, her tören yorgununun
kondurur kemerinin kaşına.
böylece ben, o küskün, o karışmayan dehliz
koca bir tomruğu yüklenirim arkadaşlarla
koca bir tomruğu kaldırıp kaldırıp
kümbetlere, bitkinliğin bordasına...
kanın çığırından çıktığı saattir bu
memelerini bana sıkıca bastırdığın
hercai bir yürek somurtkan kepenklerin ardında
şehri acıtan çocukluğumuza değdikçe
biz seviştikçe bizi acıtan
kukumav kuşları, mânilerle dolu bir yatak
zaç yağı şişeleri kocaman.

sen şimdi sevincimin akranısın
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan
doğrusu seni toprağı eller gibi sevdim
yaralarımı onduranımsın
yatağımı hiç boş bırakmayan...
yüzümü ellerimle yine kapayayım mı?
bekçi karısının belaltını mı anlatayım insanlara
yoksa onlara bilinmez bir toprak mı adayayım
değil
partizanlığım dalaşmak istiyor anla
bu sarsak hırgürüyle dünyanın
dalaşmak dalaşmak dalaşmak
böylece aşk akranım oluyor benim
ey bayırdan ve yokuştan uzaklara
ey çırpınan bir geyiktir memelerin
karnın ısırgan otları gibi aklımda.


ismet özel.

Mayıs 19, 2009

random sorrow

'yazmak ve bu sabah ruhumun benimle kavga etmekte olduğunu sana söylemek istedim. bu herkesçe bilinen bir şey değildir ve sen de kimseye söylememelisin.'


hep böyle mi olur?

bütün gün aradığın bir şeyin, artık tam da pes edeceğin sırada, gözünün önünde belirivermesi gibi; hani aslında bütün o aradığın süre boyunca ordadır, ama görememişsindir ya, onun gibi. o sırada başka düşünceler içindeydin belki de, aradığını değil de, ilgili ya da ilgisiz, başka şeyler düşünüyordun; kızıyor, isyan ediyor, üzülüyor, dalıp gidiyordun. istiyordun, çok istiyordun, ama göremiyor, görmüyordun, oradaydı ama yoktu işte.

aynen böyle, daha karışık belki, çıkıp gelmişti. 'yok artık' derdin sorsalardı. yazmaya başlamıştın; düşünüyor, hayal kuruyordun;daha gerçeklerdi ve, en önemlisi aslında, üzmüyorlardı seni. eskisi gibi değildi işte, basbaya, daha berraktı hepsi. kafanın içinde bir çapa atıp oldukları yerde kalmıyorlardı; zihnini bulandırmıyor, kalbini boğmuyorlardı. yollar kapanmış, seferler iptal olmuş, annen derdi ya hani, 'yan yatmış çamura batmış', umrunda olmazdı; uzun cümleler kurmaya o zaman başlamış, sırlı perdeler çekmeye o zaman alışmıştın. böyle biri olmak istemiyordun, ben görmüştüm seni, eğlenceli biriydin. dikenli yollar kaldırımlara dönüşmüş, merdivenler yürümeye başlamıştı. hayat kolaydı.

böyle mi olursun hep? mutlu olman gerekirken hüzünlenir misin? dışarda eğlenirken içinde hapseder misin benliğini? göstermez misin kimselere 'seni' hiç, onlar hep 'sen' mi bilirler seni? ithal mi edersin hep sevinçleri, dert eder misin her şeyi kendine, düzenin bozulunca, rayından çıkınca her şey, tırnaklarının kenarını mı dişlersin hep?

yok mu çaren?

Mayıs 01, 2009

'meşgul'

"--istediğim her şeyi hayal edebilir miyim? -- Evet. Ama acele et."

Sorulmaması gereken sorular ve cevapları antolojisi, Kadıköy, l. baskı. 2000

O kadar kırılgandı ki;

Onun yatağında yatıyorlardı. Kalkıp su getirdi. Dudaklarının kenarından sızmasına özen göstererek uzun uzun içti, geceye yaptığı gibi.

Sonra adam küçük bir masal anlattı, duvarda oynaşan gölgelere ve dışarda yükselen yaz güneşine aldırmadan. Uzun, sıkıcı bir hikâyeydi, içinde bol miktarda tekila, HBB, yağmur fırtınası, teras, sigara, telefon sesi ve bir kadın ismi geçiyordu. Bir süre sustular, sanki yataktan çıkmaya korkuyorlardı; birbirlerine hiç bakmadılar, sanki bundan da korkuyorlardı. Sadece arada bir ürperdiler, kadının dudaklarından yatağa süzülen suyun serinliğine her değdiklerinde. Güneş ağır ağır ilerledi odanın içinde, bir süre bunu seyrettiler, sonra bedenlerine ulaştı sıcaklık, ilerledi, ilerledikçe ağrlaştı, tıpkı zaman gibi, tıpkı sıkı sıkı elinizde tutup da, avuçlarınızı gevştememeniz gibi. Güneş yüzlerine değdiğnde, kalktılar, giyindiler, yürüdüler ve çok özlediler o anın imkânsızlığını.

En azından -- onun adına konuşabilirim -- adam. Binaenaleyh, bazen tek bir gecenin içinde o kadar yükselir ki zaman, biter....

ç. şan

Nisan 22, 2009

sensin

karanlıkta, öylece oturmak, gözlerinin bir köşeye takılması. birşeyler var gibi, oynuyor, uçuyor, kaçıyor, dans ediyorlar; yaramaz çocuklar gibiler, şirinler. noktalar. uçuyorlar. görmekten çok hissediyorsun sanırım, tam da öyle değil de, biliyorsun hani, güveniyorsun orada olduklarına. gözlerinin önündeler; düşüncelere dalıyorsun, zararlı olduğunu bile bile, kalbini kıracağını bile bile. elini kolunu bağlamasına rağmen.

erişebilirsin elini uzatabilirsen, uzatırsan. istersen. dokunabilirsin. ıslanmış bir kısmı yanağının, iz bırakmış düşenler, alışmış olmalısın; değil mi? uzatırsan elini, dokunabilirsin satırlara, sırları açılır önünde, anlatır derdini, görürsün. istersen.

uzatmıyorsun ama. görüyorsun-gördüğünü sanıyorsun. bildiğini varsayıyorsun, bir çözüm buluyorsun kendince, karanlığı dağıttığını düşünüyorsun. gidiyorsun sonra. gidiyorsun. başkaları görüyor seni, aydınlık yüzün. sanki az önce sen değilmişsin gibi o, azöncesözveren sen değildin sanki, isteyen, özleyen, 'dön' diyen, 'gitme' diyen..

sen değilsin.

Nisan 12, 2009

bu blogun yazarı üzgün, hayatının akışına müdahale edememekte, kaybettiklerini geri getirememekte; alıp verdiği nefesleri, umutlarını, mutlu olduğu günlerini, dökülen saçlarını, neşeli uyandığı sabahlarını, oyun oynadığı arkadaşlarını, kırılan eski gözlüğünü, yaptığı güzel esprilerini, eğlendiği müzikleri, köfte ekmek yediği dükkanı.. velhasıl güzel günlerini özlüyor. daha havadar bir yer arıyor.

gitmek istiyor.

yazı yazamayacak, bunu çok sevmişti oysa, mucizeler yaratmıştı kendi çapında. bunu da özleyecek. eski güzel günlerin bir parçası gibi düşünecek.

biraz muder'den alıntılayacağım: ben buyum. ruhu incinmiş, yalnız biriyim. gördüm, bildim, yaşadım ben. iyiyim. iyi olduğum için yalanlarını, aldatmalarını, maddiyatlarını, paralarını pullarını, birbirlerini satın almalarını, yıkmalarını, karartmalarını, karalamalarını değil, kendimi gördüm ben, insanların içinde. ve ne yapıyorsam, oynadığım oyunları, okuduğum kitapları, çocukluğumu, ailemden büyüklerimden aldığım sevgiyi, gördüğüm gösterdiğim saygıyı, insanlığı, arkadaşlığı, oyunlarda bulduğum kendimi, şiirleri, filmleri taşıdım ben kendimle. çiçeğimi, canımı verdim ben her şeyime. kısıtlı değil, kısıtlı değilim, gerekirse tek kelimeyle her şeyimi veririm.

gitmek istiyorum. uzun bir ara gerekebilir, ama, her şeyin sonunda, burada, tekrar görüşebileceğimizi umarım.

erkam.

Nisan 10, 2009

make my head grow (ya da benim kafam senin kafanı döver!)

okulda birkaç kişiye de bahsettim, bu ay oyungezer'de süper bi oyun verdiler. adı -başlıktan da tahmin edebileceğiniz üzre- 'make my head grow'. basitçe anlatmak gerekirse, bi platformun üzerinde duran iki küçük kafalı(ehe) şirin çöp adamdan birini yönetiyoruz. amacımızsa karşımızdaki çöp adamın kutusunu aşağı atmak. bunun için napıyoruz? tabi ki kafamızı kullanıyoruz(ıyh). kafamızı ('ıııeeeh' sesleri eşliğinde) yere çarpa çarpa büyütüyor, ardından gerilip içinde bulunduğumuz kutunun diğer elemanın bulunduğu taraftaki duvarına çarpmak suretiyle kutuyu diğer kutuya çarpmaya, böylece o kutuyu kenara doğru itmeye başlıyoruz. ha, bu arada diğer elemanın eli (kafası?) armut toplamıyo tabi, o da bi yandan kafasını büyütme peşinde. bu arada, yapığımız araştırmalar sonucunda laptop klavyesinde diğer elemanın elinin armut topladığını gözlemledik, iki kişi oynamamıza izin vermedi şartlar(tabi ayrı bi nümerik klavye içeren laptop sahipleri için geçerli değil bu, eski laptopumda vardı mesela. böhü). yapımcılar bu konudaki üzüntülerini dile getirmişler zaten.

ve en eğlenceli kısım: oyunun sonundaki müzik. kesinlikle dinlenmesi gereken, hayatımda duyduğum en eğlenceli şarkılardan biri, yemeklerden önce, günde iki kere, şifa niyetine. ailecek güvenle tüketiniz.

oyuna ve müziğe burdan ulaşabilirsiniz

edit: yazının çok kısa olduğunu farkettim, o yüzden şarkının sözlerini de yazıcam. ben copy-paste ettim, siz etmeyin.


Theme Song - Make My Head Grow

I like to smack my head down
Though it kinda’ hurts a little bit
I really slam it to my toe
Yeah I love the thumbin’ sound
Of my nose in the ground - and it
Makes my head grow

Yeah it
Makes my head grow
Look at me
My head grows
Yeah it
Makes my head grow
Look at me
My head grows

The little bastard over there
Shouts rude lies about
The size of his stupid head
But I’ll soon give him a scare
Cause’ there’ll be no doubt
That he’ll soon be dead
When I push him down


When I
Make my head grow
Look at me
My head grows
When I
Make my head grow
Look at me
My head grows

I pushed his stupid box
Over the little edge
Leaving me here all alone
His last scream was a shock
Shouted from the ledge
Telling me I was his clone

So I..
Make my head grow
Look at me…
My head grows
All I ever do is…
Make my head grow
Look at me…
My head grows

All alone I
Make my head grow
I wish I hadn’t
Made my head grow
I killed my only friend - My bro
Because I let
My head grow
I let…
MY HEAD GROW!

Nisan 05, 2009

yaz bitti

bir gün büyüyünce Aşk olacağız,
kadim dostluklar devri kapanacak Zühre
çocukluğum sendin, sen büyüdün
halatlarla bağladık tekneleri kıyıya
ırmaklar götürmesin diye...

Levent Sunal

Mart 20, 2009

iki

"daha fazla güvenmeyi öğrenmelisin.."

öyle zor ki aslında. yapılanları görürken, yapılmayanları kurarken, ve bu kadar yorulmuşken.. 'elde çorap yatakta otururken halıya takılmak gibi' biraz da, belki sözlerin tutulmayışından, söylenenlerin gerçekleşmeyişinden.. kelimelerin kaymasından, satıra sığmamasından, bir potluk, bir fazlalık var, bir yük.. bazı yerleri tam oturmuş mesela, bazı yerleri de sıkmış ama, klavye çatırdamış, bin türlü düşünce geçiyor kafandan, telefonlar, kitaplar, görülebilen ve gösterilmeyen fotoğraflar.. bir an geliyor, belin ağrımış, biri, şakaklarındaki, bazılarının 'faul', diğer bazılarının da 'favori' dedikleri yerden hani, çekmiş gibi; şaşı olursun olm.

oysa sorgulamak senin işin değil bir yerden sonra, öyle bir an geliyor ki, konuşulacak, dinlenecek, sitem edilecek, ya da en basitinden, sevmeyecek bir şey kalmıyor. susman lazım o zaman, görmemek için susmalısın, konuşursan dilinin ateşi önce seni yakıyor çünkü. devrik cümleler kurabiliyorsun sadece, bazen, Yoda gibi, söylediklerin daha anlamlı geliyor, oysa anlam da senin işin değildir, senin işin, 'case' örneği yazmak, random sayı atamaktır. susmazsan suçlu olursun çünkü. bunu gördüm.

bazen de oluyor, yazılanlar anlamsız, bulutlar biçimsiz geliyor. kitaplar boş konuşuyor, işletim sistemleri çöküyor, projeler bitmiyor, patlıyor hani, 'segmenteyşın foult' diye bi yazı çıkıyor. o an, lan diyosun, dersin, demişsindir, neden böyle oldu şimdi, 'neden böyle olduk'. komik olan, bir öyle bi böyle olması, bazen 'bir' yazarken bazen 'bi' yazman, seninle konuşmazken başkasıyla konuşması. komik olan, oyunun kuralına göre oynanmıyor oluşu, kuralları bilmediğinden belki, belki, daha kötüsü, yanlış bildiğinden. silkinmen gerektiğinden, kendine gelmelisin çünkü, saçmaladın. oyunun yanlış bitmesi komik olanı, oyunlar iyidir ama. herkes oynar, kadın oynar, erkek oynar. geçen sefer böyle bitirmemiştin, her davranışında sonu farklı gelen o kitaplar gibi, öyle oyunlar da var artık. geçen sefer bitirdiğinde böyle bitmemişti mesela, geçen sefer güvenmemiştin ona, belki iyi, belki kötü, "belki si, belki no". garip bir duygudur bu, kafandan geçenlerle ağzından çıkanlar bir değildir, aynı zihnin ürünü gibi bile gelmezler bazen, belki, ve bir kaç bağlaç daha..

"Yol üstünde batan dikenler vardı, yamalı ama bir zırha tamlandılar. Zırh korunaklı, zırh soğuk.
Tek tek ayıklama vakti, yenilerine yer için.
Belki bir tüy konacak belki bir diken batacak.
Ancak dökülmeli, tüy de olsa ağır geliyor."

daha fazla güvenmeyi öğrenmelisin.

geç olmadan.

bu sefer.

belki.

belki si, belki no..

Mart 13, 2009

bir

Yağmurda ıslanan pantolonunu sandalyenin sırt dayanan yerine arttı, kafasında tekrar tekrar 'artmak' diyerek. Sabaha kadar kurumasını umuyordu, yoksa başka bir pantolon giymek zorunda kalacaktı. Bu önemli bir problem gibi gelmeyebilir; kalan temiz (ve ıslak olmayan elbette) pantolonları yağmurda giyilemeyecek kadar ince ve çamaşır yıkamaya eli yatkın en yakındaki akraba karşıda değilse.

Gecenin bir vakti, çoktan uyumuş olması gereken bir saatte, elinde kalemle, ışığı yanlış bir açıyla alarak düşünceli düşünceli oturuyordu. Odada konuşan tek kişi aslında orada olmayan bir erkekti, 'who the you fuck did you want me to be?' diyordu sözlerinin belli bir aralığında, annesi ilk duyduğunda tek kaşını kaldırarak ne dediğini sormuştu adamın, bunu hatırladığında gülümsedi. annesi bütün bir cümleyi anlayabilecek kadar olmasa da başlarda geçen o kelimenin anlamını bilecek kadar ingilizce biliyordu. Belki bir zamanlar bütün cümleyi de anlayabilecek haldeydi, ama o halinin üzerine artık toz toprak serpilmiş, zaman ilerlemişti, ayrıca 'İngilizce' büyük harfle başlamalı.

Erkek derdini anlatıp sustuğunda konuşmaya başlamasının üzerinden üç dakika kadar geçmiş, yerini bir kadın almıştı. Nedense kadını kafasında kızıl saçlı olarak canlandırıyordu bunu gösteren hiçbir işaret olmamasına rağmen. Bu, diğer birçok nedensiz düşüncesi gibi, başı olmayan, ayakları da yok belki, havada uçuşan bir imgeydi. Kendince bir aksiyom türetmişti adeta, kadını görünce, kızıl saçlı değilse eğer, üzülecekti. 'Ne alaka?' diye düşünmeyecekti, 'nasıl olur yaa?' diyecekti kendi kendine. Bu dert değildi gerçi, en azından önem sıralamasında ıslak pantolonun gerisinde olduğu kesindi.

Saat daha da geç olmuştu, odanın içi biraz daha soğumuş, ışık biraz daha flulaşmıştı sanki. Kalem tutan eli yorulmuştu, ağzında garip metalik bir tat bırakmıştı on dakika önce içtiği kahve, zaten ne zaman aç karnına içse böyle oluyor. Artık uyumalıydı, konuştuklarını yaydan çkan oklara benzeten adam (az öncekinden farklı) yakın gelecekte susacak gibi görünmüyordu. Aletin düğmesine basarak susturabilirdi, istediği zaman susturabilir, istediği zaman tekrar konuşmasını sağlayabilirdi, teknoloji ona hizmet ediyordu nasıl olsa. Bu fikir, adamı (kadını ya da) istediği zaman konuşturup istediği zaman susturabileceği gerçeği komik olduğu kadar doğruydu da, içini garip bir duygu kapladı. Adamın ipleri elindeydi işte, canını sıktığı zaman susturabilir, canı sıkkın olduğunda kendisini eğlendirmesi için konuşturabilirdi. Kendi hikayesini kendi yazardı, en azından bu kadarı elindeydi.

Bu kadar elimde en azından. Sahneye çıkıp anlatabilirim, isteyen dinler. İstemeyen olacağını sanmam, ben anlatınca güzel anlatırım çünkü, bütün delileri yanımdadır dünyanın, bunu CV'ye yazamam ama. Etrafıma toplayabilirim insanları bir bard gibi, ve dudaklarımı kıpırdatmadan hepsiyle konuşabilirim teker teker, teknoloji bana hizmet etmekte, değil mi?

Bu telepatidir. Dudaklarımı oynatmadığıma şahitsiniz hepiniz, gömleğimin kollarından kart da çıkarmadım, ama siz beni duydunuz. Gerçek sihir budur işte. Belki aynı anda bir arada bile değildik, ama ben bir görüntü yolladım, sandalyenin üzerinde pantolon var dedim, siz de bunu gördünüz. Belki aynı şeyi görmedik tam olarak, belki biriniz mavi bir kot görürken biriniz kahverengi bir keten gördü, kiminiz beyaz plastik bir sandalye düşünürken kiminiz yüksek arkalıklı olanlardan hayal etti. Ama önemli olan bu değildir, önemli olan, görüntünün, belki de anlatmamdan günler sonra sizler tarafından algılanmasıdır. Ve bu gerçek telepatidir dostlarım, bu gerçek bir sihirdir.

Şubat 25, 2009

gidenler ve yitenler üzerine

"salağa yattım uyuyakaldım.."

ayağa kalk.
doğrul artık. arkana bakma. ya da bak.. gördün mü? hala orda. hala onunla konuşmakta.
sonra çevir kafanı. ellerine bak. soğuklar, değil mi? neden alev alev değiller? titremiyorlar. hilal biçimli izler bırakmıyor tırnakların avuç içlerinde. ah, ama yeni kesmiştin, öyle ya..
gitsene evine.takip etme topluluğu. azap çekme artık. aldanma. kes sesini be! hava çok soğuk. ellerin.. onlar da öyle. pantolonunun ceplerine soksana ellerini. insanları takip etme. ellerin ceplerinde. ve müzik. 5 sn. basılı tut açma/kapama düğmesine.
neydi boynuna sarılan? serbest kalmak için. seni bekliyor. bırak onu. bırak gitsin. ne fayda getirdi ki zaten? gülmek mi daha fazla kas gerektiriyordu koşmak mı? tak kulaklıklarını. soğuk ama. üşüme. bırak onları. kalabalıklar. hem ne işin var ki ikisinin arasında? ah, tabi. sesler. dinle. başka birşey düşün. unut ne kadar hevesli olduğunu. eziyet etme kendine. 1 yaşına basmak üzere. hatırlıyor musun? benziyor değil mi? isimler çok mu farklı? ya zaman? ne zaman çok geç olur? en son ne zaman geç olmuştu?
kızgınsın. burnundan soluyorsun. seni tanıyor muyum? derinden gelmiştin değil mi? soru sorma. sus. izle. öfke mi bu? neden ellerin titremiyor ama? neden müziğin sesi bu kadar alçak? neden hep düşen sen oldun? ittiremedin. unuttun. unutkansın. öfkelenmeyi unuttun. affetmeyi de. affetmek mi? duydun mu? evet, o. 3. neredeydi bu? hah.
gelmeyecek. düştün çünkü. ayağa kalk. tükür ellerine, sonra dizlerine sür. özledin. çok oldu. aklında. bırak. neydi? bire-bir, ikiye-bir. iki mi? kaç? koş. bakma arkana. hala onunla. hala konuşuyor. ve gülüyor. eğleniyor olmalı.
sen neden gülmüyorsun? unuttun değil mi? unutkansın. oysa böyle değildin.evet, tanıyorum seni. küçüktün ama mutluydun. şimdi neden değilsin? büyümek zor mu? küçük kalsaydın keşke. gülerdin hep. gülüyorsun ama samimi değilsin. kalksana! ne de çabuk unuttun. 'ben tek siz hepiniz'di. avans bendeydi ama.
görmüyor seni. çevir kafanı. ellerine bak.soğuklar. konuşuyor. gülüyor. ayağa kalk. 850 eksilsin. bırak baksın insanlar dizlerine, onlardan daha kalabalık değiller. sevme. çünkü sevince, derler ki, bütün delileri bir aradadır dünyanın; anlatırlar da anlatırlar sana, konuşurlar, söylerler, çiçek açmış, arı olmuş, koşmuş yorulmuş, hayatın anlamını bulmuş olursun. bilirsin. mutlusundur. duyarsın. o kadar çok ses vardır ki duyabildiğin, anlayabildiğin, dinlediğin, cevap vermek istediğin; bu dersin, hiç bitmesin. güzel anlatırsan, bütün deliler bir aradadır. seversen. gitmesin istersin. kalsın. değil ama. sandığın gibi, istediğin gibi değil. kendini kandırdın. sevindin. dişlerini fırçaladın. düştün. öyle değildi. düştün. umutların da düştü.
ayağa kalk.
unutma. biliyorum, unutkansın. ama hatırlamalısın. sen, ben. 1. 0 değil. var. diş macunun, kulaklıkların, üşüyen ellerin, uzayınca arkaya baktığında avuç içlerinde hilal biçimli izler bırakan tırnakların ve gözlerinle. varsın. ordasın. yapabilirsin.
işte böyle. kalk ayağa. dizlerini temizle, kanamışlar..

Şubat 23, 2009

break stuff

açık kaynak günleri '09'un yapılacağı tarihe yaklaşık bir ay kaldı ama ortada somut bişey yok lan. artislik olsun diye, 2009 yazmamak uğruna iki tarafında kesme işareti olan bi garabet çıktı ortaya, sen düşün gerisini. bişey değil, yine erteleye erteleye gelecek başıma ne gelirse. önümüzdeki bilmöklere bakıcaz artık..

insanın bi anda birçok şey düşünmek zorunda olması çok ilginç. monotonluktan kurtulmak adına bi sürü sorumluluğun altına giriyo insan, çoğu zaman da eziliyo. keyfinden girdiği bi proje, ya da tamamen hür iradesiyle, bişeyler yapmak için aldığı sorumluluk bi süre sonra insanın kamburunu oluşturan diğerlerine katılıyo. artık keyfini dinleyerek hareket edemiyosun, 'bu da bekleyiversin' diyemiyosun, insanlar bişeyler bekliyo çünkü. 'ben bunu yaparım/yapıcam' bitiyosun. öykü projesi var bak şimdi, dergi var, açık kaynak günleri var. hepsi de süper şeyler, olursa tabi.

TF2'nin çizgi romanı geliyomuş bu arada, sevindirik oldum bak.

Şubat 20, 2009

iyi orta gol getirir

başla.
derin bi nefes aldıktan sonra yazı yazmak daha kolay oluyomuş, ilk farkettiğim bu oldu. blog açmaktan daha zor ama. bu yüzden almak istediğim ama alamadığım adreslerin hiçbirinde tek yazı yoktu muhtemelen. insanlar saygısız yahu.
blog açmamın en büyük nedeni müstakbel dergimiz. belki oraya yazılan yazılar buraya da konur diye düşündüm sanırım. ama bi kere başladıktan sonra, yazmaya devam ederim muhtemelen. yihu!
düzenli bi şekilde yazmak konusunda şüphelerim var. aklıma geldikçe olacak sanki. bi şarkı tavsiye etmek için, ya da beğendiğim kitap/oyun vesaireyi konu malzemesi yapmak da amaçlarımdan biri. bi yerde yüz yüze söyleyebileceğim 'şu şarkı süpermiş lan.' tarzı cümelelerin kurulacağı bi yer burası. bi yandan da insanların yüz yüze söyleyebileceği şeyleri söylemek için böyle araçlara ihtiyaç duyması, insanların birbirlerinden kopmalarının etrafımdaki uzayda yansımasının bi ürünü de olabilir (hele hele!)
irc konusunda: msn irc'den daha iyi, ve bu yazıyı okuyan insanlar bilmeliler ki, irc'deki toplantılara katılma konusunda biraz geri kafalıyım. illa girecekseniz #vivalaresistance kanalına girin. ben giriyorum.
bugünlük bu kadar sanırım. evet.

İzleyiciler

bu da benim. valla.

ta kendim:

paylaşabilirsin de

Bookmark and Share